12/09/2010

Küller sana.



Tüy ateşe
Ateş kana
Kan kemiğe
Kemik iliğe
İlik küllere
Küller kar'a…


Bu gece sustum aynalara.siyahsız bir geceydi. Avucunun içinde yaşayan bir kadın olduğuma inan yine de sen. Hayallerimi çizdim ve gittim.

Illuminate My heart




Bütün gece duydum onları. Duvarların içindeler. Kocaman farelerden bahsediyorum, kemiriyorlar. Hiç durmadan hareket ediyorlar. Fısıldıyorlar. Derinlikten bahsediyorlar.


Güneşi kapatan aykırı ağaçlar yetişince kafa derilerimizden
Bir karış aşağısı karanlık oldu.

Derinlik.
Küçük kızların cep telefonlarını süsleyen pembe bir kondom

Yıllardır bu büyük bahçede kayıp bir göz arıyorum. En son ağladığımda düşürmüştüm.
Hatırlamıyorum zamanı neydi. Kimdim. Hanginizdim.

Bir kedinin peşinden ilerliyorduk ağır ağır. Buz torbalarına doldurmuştuk acılarımızı. Nietzsche ‘nin omzundaki bir yaradan her saat başı hayat fışkırıyordu. Yaşam doluyorduk. Güçlüydük. Ölümsüzdük. Kıçlarımızdan sarkan intihar çiçekleri ,ağzımızda eski saksılar kadar Asil.

Kayıp bir göz arıyordum. Hatırlamıyorum.



Deniz kabuklarının arasına sıkıştırıldım sonra , kıpırdayamıyordum olduğum şeyden. Her defasında yeni bir kokuyla çığlımı bastırıyordunuz.


Duyuyorum onları duvarın içindeler. Fısıldıyorlar..


5 gün karanlık ve dalga sesleriyle uyandığın o kasaba. Bir gün başkasını koyduğunda bu deliğe kim olduğunu anlayacaksın diyen o ses.
Ah Güzel kalan hiçbir yara yok lale!
Her yerim acıyor işte
Kızıl taylar, pembe bacaklı deniz kızları
Hepsini yuvarladım aşağı.


Duvardaki fısıldıyor;

“Söyleyecek başka bir şeyim yok artık.
Unutmak istemiyordum oysa.
Güzel kalan yaralar da vardır çünkü...
Limon kokulu, yağmurlu kadınlar vardır.
Hiç unutmayan kadınlar vardır... limon kokulu...
herşeye rağmen... yağmur kalan kadınlar vardır...” L.M

Kenevir

O kadar çok bizle doluydu ki bu dünya. Mutsuzluğumuzu nereye koymamız gerektiğini bulamıyoruz.

Bohemyada bir okyanus
Endülüste bir köpek
Casablanca da aşık

Beyazların içinde hep trajediyiz.


bir şarkı en büyük araç oluyor bazen kafayı bulmaya yakınken. Hep ıssız hallerdeyiz, yalnız bırakılmış, korunmasız aynı zamanda dibe vurmuş bir kahramanlık gösterecek kadar budala, yan yana sıkış sıkış şişelenmiş acı turşuları gibiyiz.
Hepimizin apış arası acıyor. Kalplerimizde hep imkansızı oynayan yıldızlardan yeni düşmüş melek iskeletleri.

Kötüyü tanımladın ve şimdi bir adım ilerdesin. İyisin.
İnanmadığın her şeyi bir başkasında arayacak ve bulamayınca öfkeleneceksin.Sonra o öfkeni yüceleştirecek sanki akıl çağına yeni bir ruh katabileceğini sanacak kadar küstah olacaksın.
Benim acılarım var diyeceksin. Düşlediklerim.
Açlığın büyüyecek.
Kendini ne kadar tahrip edersen doğruya o kadar yakın olduğunu düşüneceksin. Ama her zaman daha fazlasını bekleyenler olacak. Dönüp dolaşıp en temel sorunlara ulaşınca acılarının değil acılarınla nasıl yaşaman gerektiğinin önemli olduğunu farkına varacaksın.
Düşlerini unutacak ve başkalarının düşlerinde olmayı dileyeceksin.



Bir toz bulutunun içine düşmek gibi hafifçe, gözlerinin senin içinde olmayacağın bir yolculuğa kapanacak.

Kenevir ağaçlarının gölgesi dağılırken saçlarına
Kendini her sabah inandırdığın o öykünün içinde
Bir başkası olduğuna inanmak gibi.

5/30/2010

1980 Yanaklarımıza çizilmiş yarım Şahmeran


1980’ ler dediğimiz de hepimiz ilk önce şarkıları , filmleri hayatımıza girmiş dizi karakterleri, çizgi filmleriyle hatırlarız. Her ne kadar benim yaşıma denk kişilerin özlemle ve neşeyle hatırladıkları o zamanlar hem ülkemiz hem de dünya açısından o kadar pembe geçmemişti oysa.

Ama tüm bu kaosun bizi ilgilendirmediği zamanlardı.Pamuk helvalar pembeydi, Şirinler maviydi, Gargamel hep kötüydü. He-man her zaman yardıma hazırdı .

Diğer yandan Anne babalarımızın, ağabeylerimizin ablalarımızın sesleri kısılmış, sanki bir gün içinde hayalini kurdukları Atlantis suyun dibini boylamıştı. 80 darbesinden sonra Türkiye’nin tek dinamiği olan Tv hayatlarımızın içine yerleşmiş, onunla yatar onunla kalkar, sadece ondan bahseder olmuştuk.
Bu durum sokaklarda istenmeyen bir güruhu kilit altında tutmaya yetecekti elbette.

Batı’nın refaha yönelik atılımlarının en yoğun olduğu bu dönem, yeni endüstriler çağı olarak adını tarih sayfalarına yazdırıyordu. Abd ‘de Ronald Regan’ın seçilmesiyle tek düşman olarak görülen komünizm ve onun temsili ülkelere karşı birlikler kurulmaya neo liberalizmin sınırlarını zorlamaya başladıkları yıllardı. Yine Orta doğuda radikal İslamcıların bu dönem kendini göstermesi, doğu blok ülkelerinin çatırdamaya başlayan seslerine denk düşmekteydi.
70 ‘lerin düşüncüler, yeni fikirler, her alanda devrim çağı kapanmış yerine bol ışıklı, janjanlı herkesi büyüleyecek kapasiteye sahip , ne olduğunu bilmediğimiz ama içine sürüklendiğimiz bir balon çağına giriyorduk.

Yeni çağ politikaları kendi popüler kültürlerini yaratmaya ve kendi basın-medyasını dünya çapında bir güç haline sokmaya başlamıştı. Türkiye’den baktığımızda Fransız şarkılar pikaplar atılıp yerine kasetleri ve çikolata renkli şarkıcıları dinlediğimiz, mtv den aşırtma klipleri defalarca trt de izlediğimiz bir zamana düşüyorduk. Elbette sadece ülkemizi etkisi altına alan bir durum değildi kendisi. Tüm dünya artık Michael Jackson’ı tanıyor Mtv’den bahsediyordu. Üstelik bu naylon kültürü giymeye yaşamaya ve konuşmaya çalışıyorduk.

Dünyadan ve bizden bir kaç örnek.







Ümit Besen’in katkıları su götürmez.



Bu sadece buz dağının küçük bir parçasıydı. Bazıları diyecektir elbet daha önce de etkilenmedik mi dünyada olup bitenden Evet ama bu sefer matematiği önceden hazırlanmış bir şeyle karşı karşıyaydık. Artık kapitalizm globalleşmeye kendi popüler kültürünü dayatmaya, ne söylerse onu tüketmeye çağırıyordu insanları. Çünkü dünya ülkeleri birbirinden en çok bu yolla etkilendiği su götürmez bir gerçekti. Yine bu dönem Amerika ‘da yükselen uyuşturucu karşıtı mücadele ,kampanyalar , bunun üzerine kurulan sivil toplum örgütlerinin desteklenmesi yine aynı zamanda karşıt olunanı popüler hale getirmeye, var olduğu alanı genişletmeye daha büyük kitleleri hedef haline getirmeye başlıyordu. 70’leri öldürmeyen uyuşturucular değişiyor,işleniyor, sentetikleşiyor underground bir biçimde tekelleşiyordu.

Buz dağının görünmeyen bu yüzü 80’lerin bitimiyle kendini gösterecek uyuşturucu ölümleri ve adını yeni duyuracak hastalıkları beraberinde getirecekti.

Bizim için oldukça renkli görünen bu yıllar aslında tüm dünyanın es geçtiği bana göre felaketler zincirlerinin başladığı bir dönemi işaret eder.

Sovyet- Afganistan savaşı
İran –Irak savaşı (kimyasal silahları gündeme getirdi)
Gandi’nin ölümü
İsrail-filistin –Lübnan
Çernobil kazası
Exxon Valdez Kazası
Polonya ve Macarista’nın ciddi ekonomik çöküntü sonrası yarattığı karışıklık Sovyet bloğunun parçalanması gibi aslında Dünya’nın çok ciddi süreçlerden geçtiği ama o şişirilen balonda hepimizin uykulara daldığı ve bir gün prenses ya da rock yıldızı olacağımız inancıyla günleri ertelediğimiz bir zamanı yaşıyorduk.


Şimdi kendi çocukluğuma ve geçen zamana baktığımda anlıyorum ki hiçbir zaman bir prenses olamayacağım ve mavi rengi sadece şirinler yüzünden seveceğim.

Artık müziği kapatmanın ve uyanmanın vaktiydi.


5/29/2010

Mimoza II.

Ateşe hükmetmeyi öğrenir insan sonra
sudan çıkabilirse eğer.
Ben seni boğduğumu ilk kez o zaman anladım
mavi bir mimozayla
Çivilerken bütün çelimsiz karidesleri kayalara
Bileklerini emiyordu vatozlar
Aşktı bu ağıl ağıl
Dirim dirim iplik
Buz kırıklarına abanan yıldızlar
Üstümde ölürken
Vicdanı yoktu suyun

O yüzden Kan hiç çıkmadı ağzımızdan
O sözler hiç söylenmedi.

Mimoza Günlükleri I

“Masalın nerede bittiğini, hayatın nerede başladığını fark edemiyorum.” Ölümle rüya arasında: “Dün gece rüyamda biri beni öldürdü.” … “ölüm de bir rüya değil mi”.


Bir anı düşlemek onu sonsuz kılmanın tek yoluydu. Neydi seni bu kadar uzağa koyan bilmiyorum.Neydi beni bu kadar düşleten. Sanki tüm hayatımız kötünün tanımlanması üzerine kuruluydu. Kan tükürüyorduk sevgilerimize. Sırtına konuçlanmış bir kış böceği, ya da omuriliğinde saf bir acid lekesi gibiydim.Acıttıkça daha çok seviyordun. Ne çok kan vardı suyumuzda.
Ne çok açlık.
Ne çok drama.
Bıraksak hüzün düzecekti safkan götlerimizi.

5/06/2010

Denizlere

Bakma burada olduğuma
Göğüm dolanır kuzeye
Işıklar azalırken bu kıtada
Denizler yağarken
Denizler ölürken ipliklere

Yürümeyi unutur ayaklarım...

Kehanetine bir daha bakar ademoğlu
Sandal ağaçlarından süzülür kan
Oluk oluk
Gelip oturur ninelerin gözlerine..
lal olur bütün çocuklar


Ölüm koştuğumuz her yere iner

Zamansız bir bahçe kurarken
Kolumuzdaki vişne çürüklerine.

4/19/2010

5'in 6'ıncı Parçası

Gerçeklik dediğimiz şeyin kara deliklerimizi dolduran bir avunmadan başka bir şey olmadığını defalarca söylemek istiyorum. Dilimde körleşmeye başladıkça duvarlara değecek ses çünkü. O zaman içimde hala varlığını sürdürmeye çalışan inanç mekanizmasının nesneleri algılama biçimlerine etki sağlayabilir bulunduğum çukuru bir nebze olsun yukarıya çekebilirim.

Yıllarca başkalarının ne söyledikleri üzerine çok kafa yordum. Dünya yuvarlaktı, yıldızlar uzaktı, sen bir nokta ama bağımlı bir fetüstün. Tesadüf eseri , tanrının esiri ya da şeytanın sol bacağındaki çıban. Her ne yöne savrulursan savrul içinde yaşadığın dünyanın sana cevap vereceği tek şey vardır. Buradasın.. İşte kapın.

Belki de sorun tam orada nüksediyordu. Sadece tek bir kapı oluyor oluşu “burada kapıdan kastım “anın işlevselliğidir.” “ seçeneklerimiz olması gerektiği inancıyla çakışıyordu. Başka kapılar yaratmak içlerinden geçmek istiyorduk. Bu durumun insanın “ötekisine” bakışını yarattığını düşünüyorum. Sen olduğunu düşündüğün bir başkası , bir başka anın içinde başka bir sonuca gidiyordu, gerçek sen kaçırdığın anların içinde sabit kalırken. O zaman sürekli aynı trene farklı yollardan yetişmeye çalışan binlerce ahmaktan biri oluyordun. Bu sefer kurgunun devreye girmesiyle muhteşem bir kutsallığın içinde olduğun fikrine kapılıyordun. Milyonlarca insanla aynı anda aynı düşü görebilir miydin?

Paradoksun varlığı bunu hep onaylayıp hem de kesin bir hayır da çıkartabilir. Bu durumda sürekli kendi özneni yakalamaya, birleşmeye çalışan biri olarak hayatını devam ettireceğin sonucuna varabiliriz. Tüm yaşadıkların deneyimlerinin aslında kendine uzandığın yolculuklar olduğu. Doğu’nun belki de binlerce yıl önce keşfettiği o mistik kabul edilen inancın seni dört koldan sardığı yere gelirsin. Ama doğu’nun kendini konumladığı nokta sabittir. Dünya burada sende içindesindir. Hareketsizlik seni itaatli yapar, dikkat edersek doğunun kendi felsefesini kurduğu alan arzunun bastırılmasıyla başlar. Onlara göre önce bu dünyanın seni karmaşık hale getirdiği arzulardan isteklerden kurtulmalısındır. Ancak bu halinle özüne gerçek bir iradeli yürüyüş yapabilir, ruh dediğimiz ışığı kavrayabilirsin. “Eğer gerçeği istiyorsan önce red etmeyi öğrenmelisin. “ der bir nevi. Bu söylemler insanların kendilerini çıkmazda hissettiği anlarda büyük bir kurtarıcı rolü oynar. Kendinden kurtulabileceğin yaptıklarının yaşadıklarının bir öneminin kalmadığı, kabul gördüğün bir alan sunar sana. Sonra ferrarili bilge dedeler falan çıkar ya da evini feng shui ‘nin öngördüğü şekliyle nasıl dekore edip ne kadar mutlu olduklarından bahsederler. Doğu’nun batıyı red etme şekli batıda ruhun kurtuluşu olarak algılanır. Batı arzularını yaratıp beslerken sana mutluluk garantisi vermez, doğu da ise mutluluğun bir sonuç olmadığı vurgulanır. Buna duyulan ihtiyacı yaratan arzunun varlığı ortadan kalkarsa zaten sorunda kalmayacaktır. Ama bence sorun hala oradadır. Sadece görmek istemeyiz.

Hepsinden sonra yine geleceğimiz nokta “arzu” olacaktır. Benim dönüşümü sağlayan nedenin de bu arzunun varlığını hala içimde sarsıntılı bir biçimde kendini gösteriyor oluşudur.

Bunu Sisyphos’un kaderine benzetebiliriz. Sürekli aynı taşı aynı dağın tepesine çıkarıp, düşüşünü izlemek ve tekrardan aynı taşı oraya bir ihtimal dahilinde sonucunu değiştirebilmek için taşırsın. Bu Sisyphos’a verilen bir ceza olduğunu düşünürsek, hiçbirimizin böyle bir süreci gönüllü olarak kabul etmeyeceğimiz anlamını çıkartabiliriz.
Arzu bunun için gereklidir.Yolun kendisidir.

Bugün Ashenica'nın çorapları pembe
Saçları her zamankinden daha bakımsızdır.
Üstüne sinmiş sigara kokusu tek ve vazgeçilmez aşkıdır.
Kuzeyin ışıklarına doğru
Kendini serptiği bir rüyadadır.

2/21/2010

Jenova

“Umut belki de gelecek sayfadadır. Kapatma kitabı.
-Kitabın bütün sayfalarını çevirdim ,ona rastlamadım.

Belki de kitaptır umut.”

Jabes.


Belirli zamanlar vardır, siyah ya da beyaz oluşunun keskin olduğu ya da ateş , bir avuç su. Kesin bir çizgi vardır zihninde. Ne olmadığından yola başlayıp “olduğun şeye” uzandığın.
Sonra bir şey olur, bir tel gerilir, biri yanlış bir notaya dokunur, ritmi bozulur kalbinin.
Ölümsüzlüğüne fırlayan koca bir kış oturur içinde. İnsanların sevgiyle birbirlerini yağmaladıkları tek keskinliğindir artık. Peri masalından kalan bir çift fosforlu toka, deri bileklik ve, kitap arasında sakladığın bir çiçekle beyaz bir lekesindir kendinde artık. Yalnızlık iştahını kabartır, mutsuzluğunu anlatmak ve birilerini onun parçası yapmak, hiç gitmediğin yerleri terk etmek, umutlarının sadece yalanlarını beslediği, uyumsuzluğun yeni bir alışkanlık yarattığı o yere varırsın.

Küçük önemsiz bir kutusun. İçine anılarını koyduğun, düşüncelerini herkesten farklıymış gibi sahiplendiğin, yuvarlak bir kutuda yaşadığın, şu an yine o kutuya baktığın. Önemsiz.

Kalbin gerilim noktasında huzursuzluk
Çanlar senin için çalmayacak.

Ve akrepler bir kez daha puslu kıtaya doğru yürümeye başlar.
Kitaplıktaki tozları üfler biri.
Bütün zehir kıtaya yayılır.
Bu hikayede yine kimse ölmez.

Umut kalır.

1/12/2010

Kibir



Kollarının arasında gümüşlenmiş bir göz “anlam.”
Keder ise sadece bir kelime diyorsun, titreşime koyarken diyalektiği.
Mutsuzluk sol ayak bileğine daha çok yaslanıyor,
Denizlere kibir askısı örmeye başlıyorsun
Ama bilmiyorsun henüz,
Sırtını dönmeyi bıraktığında ilk yüzünün gidecek olduğunu
kendini karşılamaya.

1/11/2010

Mama!Milk



Zaman aşımına uğramış bir imge kadar gerçek olabilir kutsal saydıklarımız. Balıklar daha çok abanır metalik okyanuslara, sen dilinden kopan limon ağaçlarının uysal olduğu fikrine daha çok alışırsın. Tüm dünyanı saran kalın teller erimeye başlar , iyiliğin keşfi bir arzuya dönüşür. Başkalaşım, arzunu teslim eder içi boşluklarla dolu kavramlara . Aynı hatayı yüzlerce kez bu kadar güzel yapabilen ne olabilir insanın kendisinden başka.

L'Humanite



Kendini terk ettiğin çöl ol.
bakirelerin küpelerinden
Çalılıkların içine uzanan diken.

Döne döne vurul yine aynı kıyıya
Aynı badem ağacında yeşeren aynı beyaz çiçek
Aynı kanepede aynı acıya kaçışsın zerreciklerin
Aynası ol ritmin

1/09/2010

Ashram

Gözyaşlarını heyecanla kapışıyor bu gece gemiler
Ben başka bir denizi düşlüyorum
Başka bir uğultuyu..
kapılıyor derilerimiz.

Bu sefer kesin batıyoruz sevgilim.

1939 – Polonya
Wroclaw ‘da sarhoş olduğumuz gece ellerimi sımsıkı tutuyordun. Bir sınır yok görmüyor musun dedin, buradayız yıldızların altında, elin avucumun içinde, sana bulaştı soluğum.
Gözlerinden fışkıran kıvılcımlar fosforlu bir iğne ucuna dönüşüp tenimi kesiyordu sanki. Tenimde ne kadar güzel duruyordun. İplik iplik dağılıyordum ağzına doğru. Herkesin her şeyi bildiği bir yer yok dedim içimden. Her şeyi anımsadığın tek bir an var. Hiç bir şeyden korkmadığın.

Az sonra bütün gece gıcırdayacak olan yatağının üstünde kokularımız karışmış , dışarıdan sızan cılız ışığın altında ilk kez yaşadığımı hissedecektim. Ensende buharlaşan nefesim odanın hacmine karışırken, ışıl ışıl parlayan göğüslerim ahenkli bir örtü olurken uykuna.
Tragedyalar güneşin kibirle dansıdır. Sadece insan bütün ağaçların gölgesinde kendi varlığını özümseyip sonra yadsıyabilirmiş. Böyle söylediğini hatırlıyorum, insanlar radyo başlarında yalnız olmadığımız yalanını söylerken birbirine.
Bu korkuyu sevmiyordum.
Sabahın ilk ışıklarına kadar evlerden dışarıya yayılan dua sesleri çocukların yüzünde istemsiz bir huzursuzluk yaratıyordu çünkü.
Heller’in son açıklamasıyla birlikte bugün herkes derin bir sessizliğe gömülmüştü. Ben hemen teyzeme koştum. Victoria ailemden geriye kalan tek şeydi. Sana kötü bir haberim var Victoria, işgal yakında, herkes bir önce ülkeden kaçmamız gerektiğini düşünüyor demeliydim ama birden bunun onun için hiçbir anlamı olamayacağını düşünüp sıkıca sarıldım ona.
Victoria bu gece en iyi şarabı getireceğim sana dedim ve ayrıldım.
Bu gece seninle tanışmamız o iyi şarabı arayacak olmama borçluydum. Şimdi yanımda uyuyordun. Erkeklerin bu kadar sessiz uyuyor olabilecekleri hiç aklıma gelmemişti , ne kadar güçsüz duruyordun uyurken.

Bana teyzemin okuduğu bezelye tanesi ve prenses hikayesini anımsatıyordun. Kraliçenin kapılarına bir gece ansızın gelen kızın oğluna layık olup olmadığını anlamak için yatağının altına gizlice bezelye tanesi koyar. Ertesi sabah gecenin nasıl geçtiğini sorar kıza. Kız hiç uyuyamadığını bir şeyin onu rahatsız ettiğini söyler. Kraliçe o an bu kızın kesinlikle prenses olmaya layık olacak kadar hassas olduğunu düşünür.

Sen de deliksiz uyuyor olmana rağmen öyle hassas duruyordun ki. Bizim için hassaslık başka türlü derdi Victoria. Bırak ellerin öyle çok sertleşsin ki avucuna düşecek pamukların anlamı olsun.
Nasıl bir zamanda yaşıyorduk biz. Korkunun ortasında bağışlanmak için bütün kapıları açıyorduk. Kendimizi suçlu buldukça sürüklendiğimiz bu günah çıkarma dürtüsü bizi gerçekten öyle bir soyutluyordu ki sonunda hepimiz duvar deliklerinde rahat bir yer kapmak için birbirimizi kemiriyorduk.

Andrjez …Andrjez…
Lütfen uyan. Duvarda bir şey var..

“Janice : 26 yaşında Auschwitz-Birkenau kampında öldü”

1986 Ukrayna

Turuncu bir göğün altında ayakkabıları elindeydi küçük Vlademir’in. Naylon kokuyordu hava. Birden kafasını bantlayacak olan kadın yanına yaklaştığında korkuya kapıldı. Korkma bu seni koruyacak diyip kafasına ve ellerine siyah torbalar sarmıştı kadın. Saçları hep aynı yere taranırdı aynı yere konulan ayakkabılar, aynı yerde yemek yedikleri bir masa ve renksiz kartları vardı aynı kutuda. Hatırladıkları buydu.
Beni unutmuş olamazsın dedi bir ses.
İri göğsünün kabarmasından, tok sesinin yankısından babası olduğunu anlamıştı.
Vlademir bak buraya. Gökten ateş renginde yıldızlar yağacak karların üstüne. Sakın korkma. Irmakların sesi alçaldığında sadece tozu takip et, sisin ardında mavi var dedi.
Korkmuyorum ki dedi Vlademir.
Dünyanın en güzel maviliği benimle. Senden önce annem konuştu benimle. Elinden düşüyordu saçları. Gözleri kocamandı. Ama artık biliyorum ben maviyi. Büyüdüm ben.
Fısıltıyla söylemişti son cümleyi, çünkü büyümek kötü bir şeydi. İnsanlar büyüdükçe binalar büyüyor, dumanları kocaman oluyordu. En sevdikleri renk gri oluyordu.
Ama ben mavi olacağım diye fısıldadı,masmavi.

Çok uzak bir ülkede hastalanan bir Kraliçe varmış. Dünyanın bütün bilginleri toplanıp çare aramışlar ve sonunda içlerinden biri en güzel gül diye bağırmış. Onu ancak bu kurtarır. Dünyanın her köşesine adamlar gönderilmiş bu güzel gülü bulmak için. Her gün yeni güller geliyor, gidiyor ama bir türlü Kraliçe iyileşmiyormuş. Sonra bir gün Kraliçe’nin en ufak oğlu yanına gelmiş bir kitapla ,başlamış okumaya;
“Dünyanın en güzel gülü cennetin en gizli köşesinde açarmış, onu sadece görmek isteyen görebilirmiş. “
Kalbine bakmalısın demiş çocuk. İşte orada.
Kraliçe ‘nin yanaklarına renk gelmeye başlamış. Evet görüyorum..Onu Görüyorum.

Onu görüyorum diye bağırdı Vlademir
Annesinin saçları düşerken ellerine
Büyürken gözleri.

Ben Büyüdüm.

2009 Türkiye

Ashram.
Dünyanın çatısından aşağılara uzandığım bir yol.
Kendi çığlımı ayıkladım sizinkilerden. Gözleri çürümüş bir adama okunmuş kitaplarımı armağan ettim. Ucundan anımsayabildiğim çocukluğuma baş harfini ekledim yalnızlığın. Dönüp baktığımda anlatacak bir trajik öyküm yok belki de ama ben hepsiydim. Bütün bu toz, bu kaos, bu trajedi. Hepsi benim. Ruhumdaki derin yırtık rüzgar almaya başladı çünkü, kapakçıları kapandı insan olmanın,olamamanın.
Alnımın ortasına oturdu kan.
Kimin gücü yetiyordu ki artık öteki olmaya.
Bağları birbirine daha çok dolanıyordu nasılsa sen açmaya uğraştıkça ipleri.
Bırak dağınık kalsındı son trend. Toplama kuşları, suları bekleme.
Sakın debelenme!

Bir gün bir şeyler söyleyeceğim. Gerçekten konuşacağım o gün.
Işıklar geldiğinde, dudaklarımı yeniden bulduğumda.