12/17/2009

Mono No Aware

Neden konuşmuyorsun Arnlin?
Biz sevgili değiliz çek ellerini.
Saçlarını başa al.
Eteğinin altında saklıyorsun onu biliyorum.
Edepsizliği mi?
Hayır o tırnaklarında.
Ben seni diyorum.

Bulutun tam yamacında, çamur kokulu bir çocuktun sen de.
sırtına baktım ve yüzünü çizdim
aynalara damlatarak şakaklarımı.

Diz boyunu geçmeyen bir suyla oyalanmayı seviyorsun. Şehvet dediğin şey bir akrebin intihar şekli. Yüzünün anlık kasılması, ona baktığımda hissedemediğim coşku, yastığına akıttığım yarı ağlamaklı kadın özüm, dudaklarıma sıkıştırıp kasıklarından seken bir söz dizilimi “seni seviyorum”.

İçimi acıtıyorsun. Gerçekten acıtıyorsun.

Suyun darbesi olmaz diyorsun akarken üstüme. Gittikçe doluyorsun kendini gözlerime, gözlerimden ellerime,ellerimden dilime, kar tanelerinin her defasında cama istemsizce yapışıp oradan süzülmeleri gibi. Kısa sürede sökülüyorsun karnıma çizdiğin şekillerden. Yana yatmış bir gemi enkazı gibisin sonunda yatağın kıyısında. Benim üstüme daha çok kar yağmaya başlıyor. Ayak parmaklarımdan boynuma uzanan binlerce kar gölgesi içimin derinliklerine uzanan binlerce tünel kazıyorlar. Hangisinde olduğumuzu hatırlamak bile istemiyorum , kirpiklerimden dökülen elma şekerleri tek tek saplanırken aşkı gümüşlediğim diri bir uçuğa. Uyuyorsun. Hiç uyanmamanı diliyorum ..

Uzağıma düşüyor bu sefer denizlerin uğultusu, ahenkli bir el hasreti sarıyor kalbimi. Kendini yaşatmakla öldüren bir hayatta olduğumu düşünüyorum.

Bileklerimi uzatıyorum size. Damarları kuzeye dolanır, tutmayın sakın.
Karıncaların kan akışı kadar aslanların büyük savaşı şimdi.
Ay da sizden güneşte sizden yanadır.
Sisli bir rıhtım karanlığı ayırın siz yine de
Gölgelerimin ışıkları olsun istemiyorum artık.
Kapılarımın renksiz çiçekleri.

Kusmuk kokusu sonunda bastırıyor bütün korkumuzu. Pencerelerden, avlulardan, evlerinden, sokaklarından ,adalarından tökezleyerek kaçışıyor bütün kahramanlık öyküleri.
Gözlerinizden biri gittikçe daha çok kısılıyor..

Ufuk çizgisini kaybediyorsunuz.

Aslanların melek kanatlarına tokadı
Bozarken bütün denklemlerinizi.

12/11/2009

Varolmanın Dayanılmaz Kadınlığı




Nehirlerden ,denizlere oradan okyanuslara uzanan sihirli bir sözcük düşürmüş küpün içine adam. Ve ağzını sımsıkı kapamış. Onu koyacağı gizli bir yer arıyormuş gözleri. Ayın yeryüzüne indiği bir akşam onu alelade bir deniz kabuğunun içine yerleştirmiş. Unutmaya ant içmiş. Unutmuş..

1970’ lerden sonra post modernizm feminizm içine girmeye de başladı. Manifestolar yazıldı bir takım isimler bir araya geldi vs vs. Artık sadece freudyen bakış açısının getirdiği şekliyle kadının cinsel kimliğini tanımlamak yerine Lacan’in bilinçaltı dil söylemleriyle de birleşti. Sonuç olarak kadının cinselliğinin tıpkı erkeğinde olabileceği üzere toplumsal,kültürel baskılar ve deneyimlemeler sonucu oluştuğuna dayanan yeni bir söylemle yerini aldı.
Freud’un sürekli kullandığı kadını betimleyen imgeler zaman içinde ,kültürel ve toplumsal gerçeklik içinde değişmeye çeşitlilik göstermeye başlayınca “kadın kimliği” dediğimiz şey bu cılız kavramların içinde kayboldu. Kadın anatomik olarak bir gerçekliktir. Bunun üzerine giydiklerimizin çoğu yaptırımların oluşturduğu kısmı bir diğeri de kendi tercihlerimizden oluşturduğumuz kısmıdır. Bu hususa dikkat edelim çünkü artık neyin gerçekten kendi irademizle seçtiğimiz bir unsur olduğunu anlayamayacak hale geldiğimizi düşünüyorum. Post modernist söylemlerin “bir kadının kendisini cinsel olarak metalaştırma tercihinin bir güçlenme eylemini temsil edebileceğini ve böyle bir tercihin kesin olarak olumsuz biçimde değerlendirilemeyeceği gerçeği” gibi yeni çağ sapkınlığı olarak nitelendireceğim bir duruma gelmiş olması elbette üzücüdür.

Şimdi Türkiye’deki durum biraz daha farklıdır, yaşadığımız toprakların etkisiyle bu tip haykırmaların sadece şehir kültürü almış kadınlarda ortaya çıkması normal peki ya kalan milyonlar. Oysa hepimiz burada bunun örneklerini temsil eden kadınların varlığıyla bir genellemeye varıyoruz ki bu çok yanlış. Çünkü yüzeyin hemen gerisinde durumun daha da vahim olduğunu düşünmekteyim. Hepimizin aşağı yukarı kadının cinsel kimliğini ilk rounda ortaya koymasını özgürleşmiş bir hareket olarak algılamaya programlanmış gibiyiz. Bunu destekleyecek bütün nesnel gerçekliği sağlayan sistemi yadsımamakta olmaz. Görsel işitsel medyasıyla, reklamı, filmi pazarlama mantığıyla her şeyin içine ziplediği kadın modelleri ana hedef erkek kimliği üzerinde bir virüs yaratmaktadır. Bu virüse bağımlılık gösteren erkek türleri sistemin çarklarında kusursuz ve itaatkar bir biçimde hizmetine devam etmektedir. Aslında ortada kadın-erkek karşıtlığı gibi bir durumun olmaması gerektiğini defalarca söylesek bile hepimizin eylemleri bir o kadar bizleri yatak dışında kalan her kısımda ayrıştırmaya devam ediyor bu haliyle. Kadını anlamaya çalışan adamlar ve kendini adamlara anlatmaya çalışan kadınlarla dolu çok sesli bir saçmalığa dönüşüyor durum.

Kadının cinselliğini erkek merkezli oluşumdan çıkarması, kendi nesnelliğini (vaginal keşif) ile kutsamaya başladığı bir dönemde olduğumuz malum. Aynı şekilde erkeğinde kadını bu yönüyle algılamaya başlaması, kadını sadece tatmin olan olamayan ,kendisini de tatmin sağlayıcı olarak tanımlaması ve içine ne kadar aşk,sevgi bir çok değer yargısı koymaya çalışsa da yatakta uzanan 2 çıplak vahşi bedenden fazla olamadıkları duygusuyla yalnızlaştırılmıştır.

Feminist söylemlerin erkeği bu noktada neden rahatsız ettiğini anlamak kolay sanırım Özgür ifade tanımını kadının cinselliğini kolayca dile getirebilmesi dışında hiçbir alanda istemeyen öyle olduğunda “hadi hesabı öde o zaman” şeklinde sanki gezici bir birlik varmış hey sen feminist olmuşsun al sana kızım 10 bin dolar artık hesaplarını kendin öde diyen gizli bir örgüt tarafından sahiplenmişiz gibi anormal beklentiler içine girdikleri traji-komik bir hal almıştır. Kadının sistemin en büyük aracı halinden çıkacak olması hepimizi daha özgün ve anlaşılır bir duruma getirecek oysa. Feminizm bence bugün kendini yitirmekle yeniden doğacağı bir sürece kitlenmiştir. Artık post modernist söylemlerin bu yüzyılda insan üzerinde kan kaybediyor oluşu her geçen gün bunu örseleyecek yeni akımların çıkıyor oluşuna bakarsak üzerinden hışımla geçtiğimiz karanlık çağın bile geri gelmesi muhtemel gözüküyor bana.


Milyonlarca yıl sonra kıyıya vuran o deniz kabuğu başka bir adamın eline geçmiş.
Yavaşça kapak açılmış.

Beyaz bir inci haykırmış.
“Ben kadının.”

11/24/2009

Yolculuk

“tüm varlıklar sizin onları seyredişinizden ibarettir”

“gerçeklik insanın şu ya da bu şekilde içinde bir bitki gibi yaşayacağı bir zindandır.”
Bu sözü çok doğru bulurum. Belki de bu yüzden hepimizin birbirimizi iteleyerek kaçındığı her şeyi masala dönüştürme ve sonrasında yaratılarımızı kabullenme aşamasında zorluk çekmediğimiz bir duruma sürükleniyoruz. Her şey şiirsel bir gerçeklikle anlam bulmaya başlıyor. Hani son zamanlarda herkesin ucundan tutup eleştirdiği “şiirimsi” haller bunun güzel bir örneği. Ben de şiir sevenlerdenim üstelik onu simgesel bir dille kullanmasını az çok becerebildiğimi düşünüyorum. Burada bir sorun yok. Ama merkezine koyduğumuz bu masalsı, şiirsel anlatımın bir süre sonra tek zemine dönüşmesi gerçekten sinir bozucu. Traji-komik anlatımlar ve onun peşinde durumu daha da vahimleştiren yorumları okudukça, bu pembeleştirip içine her şeyi adeta buruşturup tıkıp, yapay bir karmaşa yaratmaktansa kaçındığımız bu “gerçeklik” zindanında bitki olası geliyor insanın.

Malum bu şiirsel anlatımın en büyük konularından biridir. “Aşk”
İçsel deneyimlerimizin dışavurumu.Gerçeklik hissini elimizden alan, bizi ruhsal bir dönüşüme itip egomuzu parçalatana kadar ileri giden kısa bir delirium aşaması. Kişilerin “ne” olduklarından çok bizim onları “nereye” koyduğumuza göre değişiklik gösteren oysa o boşluğa sadece kendimizi yerleştirdiğimiz ve avazımız çıktığı kadar yalnızları oynadığımız düşük bütçeli bir oyundur bana göre ve çok satar.

Bir yerde diyordu ki ;Normal hayatlarımızın göstergelerine bakıldığında kadın ve erkeğin iki ayrı fantezi dünyası üzerinde hayallendiğini görürüz. Yaşam bu fantezilerin uzlaşmazlığından doğan bir gerilim hattı gibidir ve bu gerilimi en derinden hissettiğimiz an Aşk’tır.
Bir nevi çıkmazların verdiği boşlukları doldurma ihtiyacı , ruhun zıttına duyduğu özlem. Oysa hepimiz eminim alışık olduğumuz biçimiyle aynı görsel, işitsel paydada ortaklık olarak algıladığımız bu durumun aslında tam zıt bir şekilde geliştiğine inanmak istemeyiz. İnsan olamadıklarının esiridir. Ertesidir. Yokluğuna övgüdür.

Insan’ın Tanrısına
Adem’in Havva’sına
Kafka’nın Milena'sına
Rimbaud’un Verlaine’e
Abelard’ın Heloise’ine
Ayşe’nin Ali’ye
Ali’nin Ayşe’sine

Kendisini araladığı uzun bir yolculuktur.

Ne diyordum. “Her şey sizin onları seyredişinizden ibarettir.”

11/12/2009

Doğunun İpekleri Çamura Bulanınca

Essay concerning human understanding

Sizde ki masumluk benim ismetimim,benim korumamın aksindedir buyurdu gökler. Yağmurun altında hareketsiz kalmış insan yığını boyun eğdi. Çamura buladı gözlerini.


20 yy insanı olmak zor iş. Daha çok özel alan vaadiyle daha çok müdahale, birbirini besleyen bu canavarların ortasında çemberin gittikçe daraldığı bir yerde kendinize yaşam alanı kotarmaya çalışıyorsunuz. Sabahları ve geceleri teslim olduğunuz sinir bozucu bir sessizlik hakim göğsümüzde. Bilişim çağında milyon göz kırpması sekmesiyle göbek kordonlarınızdan internete bağlandığınız bir dünya. (Existenz, Cro) Ah yeni yüzyıl insanı , başkalarıyla olan savaşından vazgeçip tetiği kendine doğrulttuğu bir zamanda buldu kendisini. Herkesin bir başkası olma isteği öyle ağır bastı ki kendi içinde dipsiz bir Babili yeniden inşa etti. Yanaklarımıza daha çok yara sürelim, dağılalım asma bahçelerine. “Farkındalık” yeni virüs F1D1 , gökyüzüne yeni Nuh istiyoruz, yeryüzüne hala kötülük besliyoruz. Biz burayı hiç sevmedik. Kurtarılmayı bekleyen son kaya insanları . Ahlaklarımızı duvara resimleyip , naneli şekerler bastırıyoruz kokumuza.

Nouveaux essais sur l'entendement humain

Doğunun toz bolutu dev bir aynaya dönüştü batıda. Sarı kafa beyaz tenini keşfetti, uyandırdı kozasını kendi eliyle taşıdı metaformozunu. Doğunun kulakları büyüdü Milassız. İpince bir iğrenin ucuna itildi insanlık ve tembihlendi “ Aşağıya bakma korkup düşersin, Yukarıya hiç aldanma yine düşersin” İki aynı seçenek varsa dedi insan , bir anlamım da yok burada bulunmamın. O yağmurun altında gözlerini çamura bulayan insan şimdi katranla dağlıyordu bütün yüzünü. Unutmayı sevmeye başlıyorduk, tekerrürü seviyorduk. Birileri öldükçe yenilerini öldürmek için daha çok “UNUT” besliyorduk. İnsanın öznelliği ağaçta sallanan armut kadar bile gerçeklik taşımıyordu artık. “Kayıplık” yeni virüs K1Y1.Gökyüzüne yeni renk istiyoruz, yeryüzünü artık unuttuk. Biz burayı sevmiyoruz. Kurtarılmayı beklemiyoruz.

10/03/2009

Síðasti bærinn (Last Farm)



Kjartan Sveinsson'un müziklerini yaptığı 2005 İzlanda yapımı muhteşem bir kısa film. Son dönemlerde herkes marjinal yaşamdan kotardığı 2 öğe üzerine mesaj kaygılı film yapmaya çalışırken, hepsinin önüne geçebilecek kalitede bir film olmuş.

9/18/2009

Sıcak bir konyak ve Israrsız gece




Küflü bir sandık hissi yerleşti şakaklarıma sanki. Kim bana bakacak olsa ağır bir kasvetle uzaklaşıyor benden.

Klever’i yeniden keşfettim .Bugüne ait tek söyleyeceğim bu. İyi bir müzik ılık bir konyak gibisi yok. Perdeler yarı açıkken ucundan yakalayabildiğim alacakaranlıkta gökyüzü dediğimiz naneyi izledim bir de. Ne geldiyse başımıza buna olan düşkünlüğümüzden geldi . Kendi acizliğimizden bozma onlarca tanrının yuvası. Benim için sadece yeryüzünün alternatifi. Hani öyle romantik havamda yok bu konuda. Ama kendime ve çevreme baktığımda içime dolan öfke ona baktığımda sakinleşiyor. Yüzyılların getirisi bir dürtüyü yok sayacak değilim tabii.

Joel Peter Witkin. Değişik bir ruh hali. Şunda bunda derin kaygılar ve tiksintiler oluşturabilir ama kendisi sanatını kendi bencilsizliğine giden bir yolculuk olarak tanımlamakta. İlginçtir dedim ve fotoğraflarına baktım. Kendi bencilsizliğimize gidebilecek herhangi bir yol olduğunu sanmıyorum. “ben” öznesini kullandığımız sürece bu böyle devam edecek ha “biz” daha tehlikeli bir açılımdır aslına bakarsanız. Daha çok yalan ve birikmişlik gerekir buna varabilmek için. Üstelik çokyüzlüdür. Kendi yoksunluklarıyla başa çıkamayan biri için “ biz” daha güvenli bir konumdur. Bir nevi saklanma alanı sunar sana. Yığınların içinde öylece dikilip onlardan farklıymış gibi davranabilme özgürlüğü gibi yeni saçmalıklar üretip inanırsın. Ya da başkalarını farklı adlandırıp tepkime beklersin. İki yolda seni ne herkesle aynı yapacaktır ne de herkesten farklı. Bu farklı –aynı kaygılarından kurtulduğunda anlayacaksın ki “ben” seni bekliyor hem de içinde binbir bizle.

Ben ve biz içimizdeki her olguyla birlikte konyak içmekteyiz bu gece. Aşklara, iklimlere maruz bırakılmışlık var. Sinsilik var her köşemizde. Israrcı bir şeyler olsun istiyorum. Biliyorum ki özlerimiz durmadan felaket salgılar ve hepimiz bu kokuyu severiz. Israrcılık kendini burada göstermekte. Boş şişelerden bacak aralarına ,oradan sokaklara, sokaklardan nehirlere, nehirlerden yatağına, yatağından gözünü diktiğin tavana kadar ölüsün. Üst yokluk. Mega karmaşa.

Nedir bu kadar çok zorlayan seni
Seni bu kadar basit kılan sebeple aynısı.
Tercih.

9/15/2009

Sapma

Her şey bizim düşündüğümüzden daha karmaşık.
Mutluluğu da yıkımı da içinin derinliklerinde saklayan
Çamurdan yoğrulmuş kukla
Islak ve kaygan zemin.
Işıkla gölge.


Başımızın üstünde dönen bir dünya mı var yoksa onun döndüğünü düşleyen büyük bir kitle rüyasında mıyız? Ve neden dönmek zorundayız.


İnsan hem buyurucu hem boyun eğicidir. Bu da bizleri kendi söylediğimiz, anlamlandırmak istediğimiz her şeyin karşısında durmak zorunda bırakır aynı zamanda. Gerçeklerimiz yoktur. Alışkanlıklar üzerine kurduğumuz bir yaşamın gel-git lerinden bazen ipin dışarısına sarkmış ayaklarımızdan hissettiğimiz bir “başkası “ olabilme ihtimalleri üzerine yürüdüğümüz , dönüp dolaşıp en sevdiğimiz alışkanlığımızın merkezine çöreklendiğimiz bir kaostur hayat dediğimiz.


Yaşamın kendi ince kirliliği damarlarımdan sinsice süzüldüğünden beridir doğru düzgün konuştuğumu söyleyemem. Geceleri uyuyamıyorum. Gündüzleri uyanamıyorum. Bir çalar saatim yok. Gitmek zorunda olduğum bir yer , orada kalmam konusunda ısrar edecek insanlar yok. Bir haftadır kahvem de yoktu. Kapımı çalan da olmadı. Yaşadığımı iddia edecek kadar cüretkar mıyım bilmiyorum. En basit önergeyle kendimi iliştirdiğim etiketlediğim bütün nesnelerle varlığımı onaylıyorum. Güdüsel olarak kendimi ayrıştırdığım bir zamanda bile kendime hiç yakınlaşmamış olmak beni yaralamadı. Aslında garip bir şekilde bundan haz aldığımı bile söyleyebilirim. Sanki büyük bir anlam ağırlığından kurtulmuş gibi.


Kendine has bir yalnızlığı yaratmasını öğrenmek zaman alır. Kendini kandırdığın evrelerin birinde yanlışlıkla da olsa gerçek yüzüne çarpman gerek en önemlisi. Ben bu lafı çok seviyorum “ işte buradayız” her saniye değişmesini dört gözle bekleyip sonunda nerede olduğumu anlatamayacak duruma sürüklenmek işte bu benim gerçeğim olmalı. Milyonlarca yıldızın tepeden sana baktığı gibi milyonların içinden senin onlara bakman gibi.


Nokta.

8/24/2009

The real is a moment of false




Bak hayat kısacık bir öykü
Az önce buradaydın
Şimdi yoksun.
Basit ve kirli.


Ne umuyordun bilmiyorum. Ya da hala umursuyor musun ayaklarına dolanan kışları. Senin parçalarına ipekler taşımayalı çok uzun zaman oldu. Kavmim kendini gördüğü ilk suya tükürürken yalnızlığını , bütün kötü sözler kapıldı ışığıma. Sadece ölümle dolduk sevgilim yaşamla bu kadar didişirken.

Hala cevaplarım yok. Bir zaman var mıydı onu da bilmiyorum. Az çiğnenmiş bir umutla öldürdüm ben sorularını.
Basit ve kirliyim hala. Kalbimi çevirip çevirip kullandım. Bütün bu çırpınışlar beni yine aynı sona sürükledi. Gidiş.

Yalnız bir adamın kaybolduğu
Yalnız bir kadının çoğaldığı yere.

Hayatımın en gerçek acıları küçük birer gölge gibi geçerken üstümden anladım ki gerçek acım içinde dövünmeyi seçtiğim. İrkildim ben.

Hepimizi kandıran bir an olmalı hayatın içinde. Isıtıp ısıtıp sunduğumuz hayallerimizden uzakta , uyandığımızda maruz kaldığımız tüm bu yaşam kurgusundan uzakta, kadere inanıp bir sonraki saniye tesadüfi olarak adlandıracağımız bir an.

Ben o anı bulana kadar seçtiğim bu labirentin içinde kendi acımın efendisi olmaya devam edeceğim. Dışarıdan koca bir boşluk sallanırken içime doğru , neyin doğru neyin yanlış neyin daha acı ya da daha mutluluk verici olabilirliğini hesaplamaya gerek duymadan. Basit ve kirli.

7/24/2009

Sky is Broken


Bir parça nefes , bol şüphe ve ıssızlığın kendini kaybettiği bir sokakta.
Kalplerin işlevini yitirdiği bir yüzyıla yelken açarken, çok kötü yazılmış bir öykünün en masumane karakteri ! Dizlerimin üstüne yapışmış bir tutam korku ile oyalıyorum sahnemi.

Herkesin en iyiyi hak ettiği o şüphe götürmez post modernist yaklaşımların içinde kendimi neredeyse bir şey zannedecektim. Elleriyle gözleriyle top yekün kıytırık sözleriyle beni desteklemeye hazır bir kitle vardı peşimde. “Sen bundan daha iyisini hak ediyorsun.” “Aslında olman gereken yerin çok uzağındasın”

Öyle değil mi. Her zaman daha iyisini düşlemene sonsuz izin veren ama pratikte sana en dibini gösteren bir sistemle yaşıyorsun. Bak her şey senin için tüm bu kahramanlar, ışıklı odalar, parıltısında gözlerinin kamaşacağı bütün güzellikleri sunuyorum sana… 3…2…1
Gözlerini aç şimdi.


Neredeyiz?
Bir cevap bulamadım henüz.
Hiç bulamayacağın bir yerdesin çünkü.



Toplayın bu kirli yalnızlığınızı yanaklarımdan. Kesiklere değiyorsunuz çünkü . Gök ağırlaşırken herkes kendini çizer ,kendini okur karanlıkta. Boşuna katil aramayın küstahlığınıza. Dengesi yitik bir dünyanın ritmik olmaya çalışan canlıları. Bacaklarınız hep kayıptı.

Ben sıkıldım artık bu anlam yüklemeye çalıştığım ve her seferinde onu başka bir anlamsızlığa terk ettiğim durumdan. Bütün odalar aynı avluya açılıyor sonunda. Bir kaç tutam orospu içlenmesi , pezeveng kini ,çingene masumiyeti. Acılarımızı kutsadığımız aptal bir durum bu.

“Hiçbir aklın hiçbir eleştirisi insanı dogmatik uykusundan uyandırmayacaktır.”



Beni hala yaşatan tek şeyin “ şüphelerim” olduğunu anladığımda yanılmaya ne kadar hevesli olduğumu gördüm.

Gökyüzü burada kırıldı.

7/05/2009

Constantinople

El verildi incir ağaçları altında...
çalıkuşlarının ölümlerine aldırmayan bir orman şahlandı

Constantinople…
küçük bir kızın avucundaki damar.

Tılsım sürülürken küçük ellerine..
Koynuna bir yıldız haritası çizdi keşişler
constantinople..
yolun adındır.

Yolun adın
İlk hece gibi basarken toprağına
Uykusu kaçar zalimlerin
Yazılar silinir kitaplardan
Kaç anlamı daha kaybeder yüzün
Yerküre çatlatır ışığı

Constantinople
Çıplak bir karanlıktır

tersinden boğulur bütün gemiler
karaya vuran buruk bir öksürük
bulanık bir hışımla oyalarken kıyıları
and içilir kalplerde
Kan ve kül
Aydınlık ve karanlık
Toprak ve su
Aşk ve nefret
Ne kaldıysa bizden geri

Onu sana vereceğim.

Constantinople...
yolun adım.

Ateşi tekmelerken çocuklar
Belirsiz bir yorgunluğa bıçak kesildi
Ellerimden omuzları düştü kahramanların
Eşşizliğinde kayboldu yüzün
Sen o sözleri unuttun

Constantinople
Çıplak bir yalnızlık...


Kendi doğumunda karanlıkla kesilirken sancısı
İncir taneleri dağıldı rüzgarda
Kemiğinden yükseldi yine buhranın

Constantinople
Kendine tırmanan tek sarmaşık

Yolun adım.

7/01/2009

Kısa ve kıpırtısız.

kısa ve umutsuz bir avlu çizdim ben gövdeme
bacasız ve insansız

insan bazen bilemiyor , anlatamıyor da yitmişliğini
her gün biraz daha fazla basınçla kalbini ovalarken üstelik
gecekörü , kötürüm bir sonbahar sevişgeni
nasıl kurtulabilirse kendinden
o kadar çaresiz

iyi ki düşüyor gölgelerimize zaman
ustalıkla sayıklıyoruz ..evet bu hayat..
hayat.
Hayat olmalı.

Moon




Biraz önce vazgeçtim karanlığından
telaşıma vahşi bir mavi örtünürken,
tahta bir anahtarla geldi Ramses
açtı Ay'ın kapılarını
Çöl sustu


yanyana duran iki ses
iki ayrı An
orda kayboldu.

6/06/2009

One day You will Teach me to Let Go of My Fears




Kavanoza sıkışmış bir hal ….
sabırla dolandığım labirentin bir parçası eksikmiş artık biliyorum. Çıkış yok bu oyundan. Kapağını kaldırdım ruhumun ; birkaç toz zerresi birkaç kurşuni gölge damladı zemine. Varlığımı ispatlayamayan bir dünya yokluğumu ne yapsın ki. Zeminden ayak bileklerime sarıldım tekrar. Yeni bir ülke.. başka bir deniz ; yok der kavafis. Yeni bir beden de yok.


Göğsüme sarıldım . Neye katlandık bunca zaman bilmiyorum. İnsandan insana dolanan bir sarmaşık gibi zaman. İltihaplı bir yanılsama. Dışarıdan kendime baktığımda düşsel bir ironi, içerisi ise hepten karmaşa. Parçalanmış parmaklar koca kayaları kaldırmaya çalışıyor , daha çok arzu nesnesi lazım daha çok kandırmaca. Kaybolurken hayat ,dağılmadan suya inmek imkansız oysa.


Kıvrımlarımda ateşi döverken umut ,saçlarım ellerime daha çok batıyor. Bulunduğum bu yerden daha da cılızlaşarak uzaklaşmak istiyorum. Külden bir atlasın peşinde, Tütsülenerek gizlenmiş gümüş yaprakları bulmalıyım.

Sevgilisinin memeleriyle oynarken adamlar ben usulca yürümeliyim bronz boynuzlarınıza aldırmadan.Kaynaklarınızdan fırlayan tekilliklere basmadan.
Gökyüzünün bütün ışığı ve karanlığı kutsal sandıklarınızı yerle bir etmeden.

Bir kaşıntı gibi arkama saplanan yaşam, ıslak ve yırtıcı umutsuzluğumu yeniden diriltmeden.


Bir parazit gibi ruhumun ucunu kemiren bu anlam kaygısı öldürüyor beni. Işıkla kırılıyor baktığım ayna. Yüzümdeki belirsiz kesiklerden körleşmiş bir gerçek damlıyor biriken karların üstüne.

Anlam
Ayna
Kar
Ben
kör
Boşluk.


4/26/2009

Faun




Mutlu çocukların karnına saplanan kemiğim
Avluda bir bir kaybolurken siz


Gözyaşlarıyla bir nehri kurutur burada kadınlar
Goncalarını yıldızlara sürterken
Ayakları değerken küllere
Kıvrımlarımda acı toz olur
bahar başkalaşır


Küçük düşlerinize ters binerim
Eklemlerimde fısıldarken hayat kabarcıkları.


Dışıma itildikçe, ittikçe
İçime daha çok kapanır yaralarınız
Korkarım ben..
Gözlerinizden…


Hiç gitmediğiniz erik ağaçlarından
Saçlarınıza usulca yapışmış bir dirhem yalanla
Doldurduğunuz kuyulardan.
Korkarım ben sizden.

Körlüğünüzden…


Kalk gidelim diyorum Kendime;
Ve Size.
Gidelim

Gözlerimden…

3/27/2009

For Wanda




Kaç gece oldu unuttum. Unutturdular. Kalbime çakılan gümüş,yüzümden ağır bir uğultuyla dipsiz bir kuyuya yansıyor, oynaşıyor karanlıklarınız…


Soysuz ,sütten kesilmiş kadınlar şehri burası. Salyaları toprağa değin sürüklenen aç kurtlar, boyalı evlerinde renksiz kalan adamlar var. Ne yazık ,cebimde hiç peri tozu yok.


Bir önceki zaman diliminde böyle karşılaşmıştık seninle. Kokusu bütün caddeye yayılan menekşeler ve küçük dorothy ‘nin yara olmuş ayakları…Dudaklarıma değdirdiğin buzul ,görkemli bir şekilde içime akmaktaydı.Son damlalarda biriken kayıp bir kavim gibiydik. Aşk diyorduk sanırım buna.Kollarım kıtalardan uzunmuşcasına, dünyanın “son”u emanet ettiği bir resim gibi.


Daha ne kadar dayanabilirdim bilmiyorum. Ne tarafa gitsem kendi boşluğunda dans eden insanlar… İnce bir ipin üzerinde orda oraya zıplayan panik sürüsü, tökezleyen sıfatlar.Minik bir gaz balonu içinde birbirine çarpa çarpa boğulan küçücük parçalar. Altın suyuna batırdığı mutluluk hayallerini derin bir yamaçtan yuvarlayana dek nefeslerin kar kestiği , ihanetin en çok tanrıya yapıldığı ,kanımızı donduran kırgınlıklar.

Kimse kimseyi görmüyordu..Kimse ötekini bilmiyordu.
Ayaklarım birbirine sürtünmekten yara içindeydi. Uçamıyordum..
Gidemiyordum..


Kapılarıma yığılınca Oz’un büyücüsü, üfledi siyah bir kuğunun dilindekini
“Aynı ayın altında binlerce uğultudan birisin” dedi.
Aç gözlerini.


Gözbebeklerim daha da büyürken kınalı bir avucun içinde, pusudan kalktı son canavar.
Dedi “bağışla” “jiletledim hislerini”


Kendime baktığımda orda değildiniz artık. Usul usul lal bahçeleri inerken ıssız bir çöle. Seslendim:
“bırakın beni”
“bırakın beni”


Çünkü gitmek istiyorum ben.
Uçmak istiyorum…

Kimsenin olmadığı o toz bulutuna karışmak
Yıldız parçalarını sökerek karanlığınızdan

Her şeyi unutmak istiyorum.


“uçtu.”

3/07/2009

Bohemya

Bohemya’da bir okyanusun üzerine düşüyorduk.
bir trampet sesi sarılmıştı saçlarına.
Tiksinmiştim balıklardan

Kaç kişi olduğumuzu sordum sana.
Kaç kere öldürdüğümüzü.

Çenenden irkilen bir gülümsemeyle
Görmezden geliyordun

Hayatımıza dolan taşları…


Boğazıma abanan küçük sancılar taşıyorum bu gece .
Biliyorum oradalar. Orada olacaklar bir süre daha.

Çünkü başlayamıyor bazen sessizliğim, bir uçtan bir uca çirkin bir gürültüyle gözlerimi nesnelere yetiştirmeye çalışırken. Hatırlıyorum… Gözyaşları ve azizler yok artık. Zindanında ejderhaya dönüşmüyor hiç bir sözcük. Yitirdim ben. Yitirdim sayfaları…


Dünya küçülüyor, hayat küçülüyor, oda küçülüyor, ben küçülüyorum kocaman bir anlamsızlık sarsılarak büyürken.
Ne ağlatır artık bizi ? Ne daha çok etkiler çoktan teslim olmuşken?
Hıncıma kül ol !
Dağıl ve git!

Gitmiyorsun..
Gitmiyorsun.
Siyah bir ayaz doluyor ciğerlerime bak.
Kayıp ve lirik.
Hayatının içinde yer alan ve alacak olan her şey sallanırken,
Azap şehrinin mavi cinleri Gözlerini sarmaşıklara kararken.
Belki bu sefer sesini duymaz diyorum içimdeki.
Bakmaz oraya diyorum. Bakmaz.
Aramıza koyduğumuz cılız mesafe bile yetmiyor oysa
Beni aldatmaya.
Duvarlarıma yapışan pıhtın
Süzülüyor deliklerinden.
Yitiyorsun sende.
Bitiyorsun…

“Tanrı’nın dahi kurtaramayacağı ruhlar vardır. “

Menekşelerin kokusunu çalmaya gelirken aynalar.
Hatırlıyorum…
Bu yırtık elbiseden başka bir şeyim kalmadığını
Oysa Seni hatırlamak istiyordum.. Yalnızca seni…
Çöl soğuğuna kapılırken dişlerim.


2/27/2009

Alas, Alas! The Breath of Life!

Sırtımı çiğneyen bir yalnızlık, ayaklarıma eşlik eden bir gölge.


İki kelimeyle özetlediğim bir dünya acınası gözükebiliyor evet farkındayım. Fakat biliyoruz ki kimse virgüller için ölmüyor. Herkes son noktasını olumlayacak en ufak kırıntının peşinde hafızası çarpık balık misali. Dünya küçüldükçe küçülüyor benim devasa şaşkınlığım büyürken. Böylesi bir zamanın getirdiği bütün olumsuzlukları sanki normal bir durum gibi karşılanmasını beklemek bence her şeyden büyük bir işkenceye maruz etmek kendisini. Yüksek hızla blenderdan geçiriliyormuşuz gibi. Evet Sıradaki! Belki de bu yüzden hala şaşkınlığım şakaklarımı zonklamakta.


Tutunmaya çalışıyorum yastıklara, oradan duvarlara, duvarlardan odalara.


Düşme tehlikesini hisseden her bünye bir yerde dikildiğini, sıkıştığını sanabilir. Ama yoktur öyle bir şey. Tutunmanın kendisini sağlayan şey böyle durumlarda başka bir yere düşme “gitme” isteğidir.Bir çok yazıda karşılaşırım ben bununla. Hatta kendim de çok kullanırım. Hey “düşüyorum” bakın , aha da bıraktım ipi. Bizi başka bir andavallığa taşıyacak her gemiye binmeyi sevdiğimizden midir yoksa bu arayışın kendisine tutkun olduğumuzdan mıdır, içinde düşme olasılığı barındıran her şeye karşı açık yürekli olabiliriz.


Şu alnımı yaslayacak bir mutluluk eksikliği, yüzümün bütün kıvrımlarına nüksedip keyfimi kaçırıyor son günlerde. Oysa anlaşmıştım ben kendimle, seviyorduk çürümeyi. Çürürken yaşamdan bahsetmeyi. Öyle ki duşa kabin fiyatlarına baktım bugün. İnsanız ya evler, odalar yetmez, daha da küçük kutulara her şeklimizle girmeliyiz. Kaça patlar bana bir kutu? Kampanyadaymış üstelik duş başlığı hediyeli!!. Nefes darlığıyla karşılaştığım nadir anlardan birisidir. Nerede olduğum ani bir dalgayla dağılır bilincime.


“oluşun kendisi keskin bir can çekişmedir” Anlamı; seni beni var eden şey , kaybettiğimizi düşündüklerimizdir. Ama tek bir sorun var ki nerede kaybolduğunu , yahut neyi kaybettiğini farkına varacağın süreç içerisinde bir halta yaramayacaksın. Anlamı ;Cebinde şeker saklayan dede henüz çok uzaklarda.


Kıpırtısızım.


Çok uzaklarda bırakmış olabileceğim başka bir ben var mıdır acaba. Ama durun söylemeyin. Varsa da mutlaka benden daha kötü durumdadır. Bu bakış açısı bulunduğum tortuyu daha da güzel kılacak çünkü.


The Ascent Of Everest
Download

2/24/2009

Aethra

Tek basamaklı intiharlardan bahsediyorlar
Kelimeleri kapı eşiklerine itekleyip tek bir harfi sürüyorum boynuma
Yapraklara gömdüğüm acıları takıştırarak, matemime kin katan cadıları sularda boğarak ,
ve son bir kez duruşumu sererek aynadakine
dü..
..şü
yo..
..rum
Ötekinin hikayesine;


(herkes söz vermişti..
kimse koymayacaktı gidişini yüzüme)


gittiler…


gittiklerinde altın ipliklerle sarılı duvarlarım kaldı bana
kavislerini öptüğüm pencere pervazlarım

başına dualar okuyan kadınların ahlarını
pekiştirdiğim yastıklarım
bir serçe tehditi gibi
gözümden damlayan seslere
kanat çırpan dudaklarım.


Göğsünüzde yenilmemiş tek kavgayım
Bağışlayın beni
Kimse eskisi kadar bulanık gelmiyor artık

2/17/2009

Aşk




“Bir gece uyandığımda
Ay ışığından dağılma bir yüz yazıldı bileklerime
Asla gözlerime bakmayacak o”


Yağmurun kana doğduğu zaman
Kavaklar titrer en çok
Çobanlar zincirlenir uykularıma
Kar’a iz yapmaya gideriz.

Kapısındaki ihaneti asar bahçesine Lut
Gökten gelenler günahı saçsınlar diye toprağa
Kargalar güler aynalardan
Denize yakın bir klubede Babil’i yeniden çizer çocuk
Sırtımdan kesilir süt


Ağlayan ilk kadına aşık olur Kar
Kendime yaslanırım daha çok
Kendime katlanırım daha çok


Gövdemden sarkan aşkla….

Endülüste Raks

“Kuvvetin yetmez bazen anlamaya
Süzülürken anlam karmaşası
Hangisinde kendin olduğunu anlayamazsın
İçinde köprücükler dizili bir okyanusun orta yerinde
Naylon torbalara doldurursun ahvalini
Daha aşağılara
Çok aşağılara salınırsın”


Hangi hikayedeyim hatırlamıyorum. En son görüldüğümde Endülüste idim. Bütün kıtaya şarap akan bir köprü inşa etmeyi düşünüyordum ki Sırtını gösterip ,gösterip kaçan o meleği gördüm. Ne zaman düşmüş bilmiyorum. Elbet yakındır yeryüzü ahmaklığı . Henüz alışamadığı belliydi. Kalabalığın içinde koşuşup herkesin huzurunu kaçıyordu. Keşişlerden biri dayanamayıp benim olduğum masaya öfkeyle oturttu onu. Hala şaşkınlığı geçmemişti.


Hey sen dedim.

Bileğinden sarkanları temizle. Burada kuş tüylerinden nefret edilir.

Umursamadı dediklerimi döndü şarap istedi.

Koydum.

Yenisin sanırım. İlk defa gördüm seni.

Burası neresi der gibi bomboş baktı yüzüme.

Bir bardak daha şarap koydum.


Düşen omuzları yavaşça dikleşmeye başladı. Bir şeyler söyleyecek gibi oldu ama vazgeçti. Etrafını ürkekçe izlemeye başladı. Herkes birbirine kadın kahkahası ısmarlıyordu. Masadan masaya gidip gelen kahkaha atan kadınlar. Sende ister misin diye sordum.

Gülümsedi. Marta’yı ısmarlardım. Nedense o kadının çığlık gibi kahkahası hoşuma gidiyordu. Cılız bir saksafon sesini andırıyordu sanki.


Marta koca memeleriyle geldi masamıza. En uzunundan nefis bir kahkaha bıraktı.Önce ne olduğunu anlamadı bizimki ama aniden ağzına dolan şekerleri tükürdü masaya.

Bu sefer ben gülümsüyordum.

Onları yemelisin ama. Bütün zevki heba ettin.


Yine bir sis çöktü yüzüne. Sevmemişti bu oyunu. Ben..Ben sanırım kusacağım diyip koşarak dışarı çıktı. Tam o sırada Tiersen yeni girmişti içeriye her zamanki köşesine çekildi. Ellerini havaya dikti ve müzik başladı.


Uçmaya başladım. Dünya zamanlarını hatırladım yine. Aynada karşılaştığım Ben’in bir başkasında kim olduğunu düşündüm. Biri için kimdim ben. Neydim.Neye beziyordum gerçi artık buradaydım önemi yoktu bunların. Ama yine de düşünmeden edemiyordum. Orada delilik sandığım her şey burada gerçek bir dinginliğe bürünmüştü. Sanırım Seneca haklıydı orada bedenlerimizin hizmetindeki kölelerdik. Davranış şekillerimizi tepkilere göre oluşturan bununla övünen, aynada yakaladığımız yansımanın ucuna bile yaklaşmadan hiç kimseler olarak düşüyorduk sonunda. Bedenimi aynanın önüne koyup boşaltmak isterdim. İçimdeki yabancıyı başkalarına çarparak yarattığım ben duygusunu yok etmek isterdim. O muhtaçlığı, en basit kavramın içinde bile karmaşıklaştırdığım öznemi silmek isterdim. O gövdeye sığdırmak istediğim onca kalabalıklığın ucuzluğunu şimdi algılıyordum. Şimdi farkına varıyordum boşluğun dışımızda olduğu düşüncesinin ne kadar yavan olduğunu.


En büyük yanılgımızın kendi gerçeklik algımızın başkasında da var olduğuna inanmak olduğunu anlıyordum. Ben buradaydım şimdi ,şarap mantarlarından bozma masada. Siz her hangi bir yerde olabilirdiniz.


Rahatlamış bir ifadeyle geri döndü. Alışmaya başlıyordu sanırım, Nabızsız ritimsiz bir dünyaya. İçimde oluşan sessizliği bozmak istemiyordum. Yüzünde dondurdum bakışlarımı. Henüz orası gibi kokuyordu. Aynı kasvet, aynı acı..sanki dallarından irkilen bir ağacın kökünden ağlaması gibiydi. Savunmasızdı hala. Kendi suyunun kabarmasını güç bilen her insan gibi takıldığı ilk dalgayla vurmuştu kayalara. Ona sarılmak istedim. Her şeyin çok geride kaldığını söylemek. Ama yapamadım... Bardağımı taşırdım, Tiersen boğuldu, kadınlar kahkaha atarak kaçıştılar, masalar havalandı, ben boğazıma kadar şaraba batıyordum.Son kez baktım ona. Hala o Sandalyenin üzerindeydi. Gülümsüyordu.


Ertesi sabah apartman boşluğundan birini çıkarıyorlardı, ben kalabalığı izlerken şarap içiyordum.

06:06




Yerin altında birbirine çarpan kemiklerim hoş bir melodiyi bütün kıtaya yayarken minik kaplumbağalar efendisi sınırlarına izinsiz girmiş olduğumu söyleyip duruyordu. Ayağımın dibindeki buz kütlesini alıp bozdum yuvalarını.

Kendimi bir anda wallstreet' in içinde buldum önümde duran devasa binadan bana sesleniyorlardı. Son kalkış 06: 06….
Bir an duraksadım. Koşmalı mıyım hızlı mı yürümeli miyim bilemiyorken ayağımda sadece çoraplarım olduğunu görünce ağır ağır ilerlemeye başladım. Binanın önünde dev bir siyam kedisi bana biletip olup olmadığını sordu. Yok dedim. O zaman buraya basacaksın diyip iyi şişirilmiş pembe bir balonu ayaklarımın dibine bırakıverdi.Zıpladım üstünde. 3. denememde patladı. Hiç ses çıkmamasını o anki patlatma heyecanıma verdim. Beni uzun bir koridordan geçirip bir asansörün önünde bıraktı.



“Omzumda kadife bir ceket dolaşıyorum sokakta. Adınızı hiç sormadım değil mi belki de söylemişsinizdir hatırlamıyorum. Söylemiştim ben Alkoliğim. İlk komaya girdiğimde 15 yaşındaydım- küçük bir yat sallanan bardaklar garsonların ter kokusu işemeye her gidişte göğüslerime sürtünen bir adam, bol kahkaha …aniden ağlama, gittikçe ufalan sesler…görüntüler…sonra bol yataklı bir hastane odası , dalga geçen hemşireler, yatağı neden işgal ettiğimi hiç anlayamayacak kadın bakışları, suçluluk, utanç, kusma isteği…Ertesi gün okul var...yüzüne bakmayan adam geldi; babammış. uyan , dolaba tıkıştırılmış ekoseli eteği bul giy, saçını tara evden çık, köşeyi dönmeden sigara yak, çoraplarını yukarı çek yürümeye devam et, okula gir, kapıda etek boyu ölçen kadına gül , sınıfa gir, topla 2 -3 kişi in bahçeye, kapı aralık kaç
Kaç.. koş…


Sahile inip apartmanın birine gir üstünü değiştir... merdivenlere işe... hemen uzaklaş.
Parmaklarını çalıştır duran arabaya bin.
Eee kızlar nereye gidiyorsunuz?
Fark etmez takılıyoruz
O zaman A… gidelim
Tamam sigaran var mı?
Immm Kaliteli sigara iç ..iç çantana at.
Kaç yaşındasınız
18
isimler seç ...uydur
ne içersiniz
alkol
aptal aptal güler adam
3.cü bardaktan sonra adımı 4 .cüde ikinci adımı da unuturum.


Asansörün önünde bekliyorum hala …yanımda küçük bir fare var. İkide bir ellerini kaldırıp beni gözlüyor. Ne var be ne?


“Kurallarımız vardır birimiz içmez. Bu kuralı ben koyduğum için ben muaf tutarım kendimi ,sıra bana hiç gelmez.


Çok tatlısınız
Bilmediğimiz bir şeyi söylesene lavuk derim içimden
Elleri yaklaşır yanaklarıma
Kalkarım tuvalete
Su ..su.. adım..
Kızım adam çok uyuzzzzzz
Kaçalım hadi
Ayaklarım dolana dolana kaçarım
Hava kararmış
Bir apartman bul, giyin, merdivenlere işe.
Eve yol al.
Eve gir .odana yürü .kapıyı kapat. yat.

...Oda karanlık
...gözlerimin içi karanlık
...dışarısı karanlık


Uyu..uyu… adım neydi.. uyu…”


Ne var be nee?


Kurban için biten zaman katil için yeniden başlar.
Kurban için biten zaman katil için yeniden başlar.


Saatin var mı
Bak zamanın doluyor.
06:04
06:05
06:06
….
….

Eşikten Geçemeyenler...



Sırtlanın uykusundan,
Yeryüzüne uyanan bir dişil varlık


Uçuşuyor etekleri teslim olmuşların çağında
Başına dolanan nefes kümeleri
Biraz da insan kiri ellerinde


Köklerini kahpeliğe vurduran kocaman gözlü adamlar var
Nereye gitse içine ateşten damlalar


Erkek gözüne iri bir ur bırakmaya gelmişleriz
Keskin taşlarla doğranırken Ferna
Sütün içine kara düşürürken Cleopatra
Kaleminden kan damlarken Rosa’nın
Savaşların yükünü taşırken Helena
Pamuk tarlasında bebeğini öldürürken Esma
Kuyulara itilirken Ayşegül
Kilise önlerinde yakılırken Mary
Barış için katledilirken Picca
Bir elmayla lanetlenirken Havva


Ve az sonra ağlamayı öğrenecek bir kız çocuğu için;
Yeryüzünün en büyük kirini bağlarken yüzümüze
Mührümüzü gökyüzüne bağışlayanlarız.

Kapayın Gözlerinizi.

2/14/2009

Acı Bırakır - Bir İstanbul Öyküsü



“Acı bırakır
Dizlerimden taşacak suyu
İnanmak isterim
Ağaçlara, ötesine
Bu camın, pencerenin öncesine
Ucundan ruhuma denkleşmiş bir fırtınaya

Ama yok inanma! Sakın inanma.
Her şeyin başlangıcı ve sonu vardır.
Ötedekiler yok...Öteki yok.
An var
Ansızlığın var.”

... Avucumu yakan bir sıcaklıkla koşuyorum Galata’nın aşağısına;Saçlarım ağzıma giriyor, ter içindeyim. Soluklanıyorum bir ara sokakta. Keskin bir naylon torba kokusuyla bana doğru yaklaşıyor ağızları kıpkırmızı, gözbebekleri kocaman, mosmor çocuklar. Ellerimi kan içinde gördüklerinde aldırmıyorlar. Birine doğru hızlıca manevra yapıp boynuna sarılıyorum,sımsıkı kapatarak gözlerimi...
Affet beni!
Affet beni!

Tesellisi üç kuruşa ağlıyor bu şehrin adamları, duyuyor musun?
Bukowski’nin evcil çocukları fısıldıyor karanlık diye, Fante ‘nin yarım gülüşüne ateş dansı yapıyorlar ,
Ne de büyük acı.
Morpheus’unu bekleyen Potansiyel Neo akımı
Haydi yandan çarklı Marla’larla
Balo vakti, bol jointli
Sadece yiyişelim ve unutalım.
ve ağlayalım
sevmediğimiz bir şeyi neden sevmiyorlar diye.
Tapınaklardan, kutsallığımızdan, oynaş ruhlarımızdan bahsedelim.
İki sıkımlık tüp çikolata çocukları:
Bu kadarız işte.
Yiyişelim ve unutalım.
.

Bacak aralarına tökezlerken ruhları kıvranmışlar Dağılmışlar işte orada görüyor musun?

Yüzümün titremesi geçiyor, gerilmiş bir bedeni yavaşça bırakıyorum. Gözlerimi açıyorum, İşte sen. Ellerimin üzerine menekşeler kopartan. Sen.. Dünyam. Aşkım, sevgilim, ruhum.
Sen…Her şeyim.


" Kanla doğan ademoğlu en küçük pıhtısına kadar sadece kalbinde düzüldü.Bil Bunu!"


Sadece sizi mi terk eder sanıyorsunuz kadınlar.
Bütün sevdiğim kadınlar gitti benim.
Gözkapaklarında sıkışan bir boşluk oldu Nilgün
Eteklerimde birikti Virginia
Slyvia gaz bulutu koydu başıma
Hepsi gitti
Ölüm koktum ben
Buz gibi toprak.

Çeliğe ipekler ağır geldi
Dünya devrildi.
Yırtıldım.

İnanmıyorum artık kimselere.
bir önemi kaldı mı ki;?
taşlarla oynarken pamuklarının yağmasının.
Sevmeyin beni.
Tekil it, sürüden it, dokunaklı it, yavşak it, yalnız it, karamsar it,
İt .
İtin beni.
.
.
.

Öldüğümüz yere gidiyorum.
İşte orada yatıyorsun kaldırımda
Biraz ilerde ben kafama sıkmışım.
Bileşkenleri kayıp bir yolculuk
İki kelime öncesi.
İki dünya.
İki düş.
İki ayrı söz.
Tek ölüm.

-Affettim abla.

-Affettim abla


Fotograf buradan alıntıdır.

Masum Et Torbacıkları

Bir avuç sevgi için hepimizin hayvanlaştığı, salyaları kuruyana dek aptallaştığı kocaman bir dünya önerdiklerinde ilk karşı çıkanların şimdi o güzel pembe odalarında LCD Tv lerinde iki küçük haber kritiğinden öte geçemiyor bu hayata tepkileri. Bilim çağındayız, daha çok veri, daha çok yalıtım, daha çok kayıp, daha çok cansız et torbaları. Buzluğunuzu en son ne zaman kontrol etmiştiniz?

Benimde bu hayata tepkim en az sizin kadar ucuz merak etmeyin. Sabahları aynı şuursuzlukla kalkıp kahveye hibe ettiğim beklentilerimle , en yakın düğmeden dalıyorum aranıza. Msn, aol, icq, mirc, birkaç site. Biraz da last.fm ,facebooka girmesek olmaz tabii. Bakalım kimler ne demiş. Bendeki cevheri fark eden olmuş mu. Ne de güzel yazıyorum mutlaka keşfedileceğim. Daha çok insan , daha çok veri. Bir ileri 100 adım geri.

Bu kadar aptalın aynı anda veri girdiği bir yerde normal olarak ilk kim neyi dedi neyi önerdi yarışlarında hemen kendimizi bulabiliriz. Sen fikrini belirttiğin anda bir grup onu yalıtmak üzere google searchlere dalmıştır bile. Globalleşmeye, insan sömürüsüne , tekellere karşıyız icabında , büyük bir ağırbaşlılıkla sistem karşıtıyız. Ama durun ilk önce anlamları için Google ‘i bir ziyaret etmeli zira her an her şey değişmiş olabilir. Evet sen böyle düşünebilirsin arkadaşım ama wikipedia öyle demiyor buna. Kanıksanmış verilerin ayarlarıyla lütfen oynamayınız…En son ne zaman kontrol etmiştiniz buzluğunuzu?

Bir yarışı kötü yapan en kötü şey onun aptallar yarışı olmasıdır sanırım. Hepimiz bir diğerinden daha cevherli olduğumuzu kanıtlamak adına , kötü örnekler üzerinden iyileri onayladığımız ,sonunda yine aynı yanlışa bu sefer kitleler halinde sürüklendiğimiz, “bilgi” nin değişebilir ve yorumlanabilir kısımlarına dokunmadan teğet geçen ,sonunda herkesin tuttuğu kendine abii şeklinde en ilkel mülkiyet zincirine yakalandığımız trajedilerde buluyoruz yüzümüzü. Şimdi bazı şahsiyetler şey diyebilir bütün genellemeler salakçadır gibi. Eee kardeşim değişik bir aptalın olmadığı bir sürede bütün genellemeler doğrudur.
Kendimizi kandırmayalım.

Yırtık



“Dudaklarımdan ses çalmaya gelen adam;
Portakal mı kokuyor için
Boynumdaki dolunay huzmelerini görüyor musun
Sun..
Öptükçe kararıyor başaklar”

Tanrıçalar gibi yürüyorum bedeninde
Sırtının en kavisli yerine acılı bir sırrı dikerken
Dünyanın çatlağından sızmış bir mırıldanma doluyor odamıza
Beraberinde getirdiği o ağır et kokusunu duymamazlıktan geliyorum
Mavi bir kediyle dans ediyorsun
İşitemediğim diğer sesleri duymak için zorluyorum kendimi
Çok uzaklardan radyoda çalan bir şarkıyı duyabiliyorum sonunda
Karnımda birikmiş şeytan tüyleri kaçışıyor

Günlerdir bu odadayım belki
Belki de yıllar oldu
Zaman sadece kum ;odamın bir ucunda kavanozun içinde sırıtırken
Yine de düşmüyor süngüsü cellatların
İnsan yırtığından dalıyorlar hayata
Hayatlarımıza…
Derimi inatla bırakmayışım
Derin bir suçlulukla dolduruyor gölgemi


Kuyularda boğdurduğum tüm sular
yağmur olup akıyor üstüme.

2/10/2009

Falling Horses



Havaya karışıyor kalbimin iniltisi. Soğuk gri camın önünde topallayan atları sayıyorum. Kasvetli bir şarkının son ritimleri gibi parmaklarım. Pencere pervazlarına dokunuyor. Sakat ruhum oyalanıyor içimde. Gözlerinizde unuttuğum kelimeler acıtıyor canımı. Dillendirmediğim her şey kesiyor etimi. Ne azdınız oysa, kocaman gövdeye damlayan sular. Yine de bir gövdeyi kirletecek kadar yağdınız.

Susmak... Sizin gibi olmanın yollarından biriydi sadece. Ben sustum mu bilmiyorum, sanırım öyle çok konuştum ki ,şimdi alnımın ortasında basılmış sevimli dipnotlarınızla yaşamayı öğreniyorum. Küçük oyunlar, küçük sahneler, pembe şekerli trajediler, hepimiz öyle komiğiz, öyle sıradan. Fakat içimizdeki o farklı olma duygusu yaşadığımız en ufak anı ustalıkla kutsallaştırmasını çok iyi biliyor. Baksanıza bütün dünya yüceliklerimizle dolu.

“Katıla katıla ağlıyor benim ellerim, şeffaf bir tülün ardından kaf dağlarına umut taşırken insanlık. “

Kaybedecek şeylerin azlığı bir o kadar anlatma isteğine dönüşüyor. Odaya, kapıya duvara konuşmak gibi. Ötede sandığını berikine yamamak gibi. Herkes kendi şeytanını karanlıkta boğabilirmiş oysa. Boşuna ışıklara kaçtığımız.

Bilinçaltına bir dilaltı hapıyla bu işi çözmek istiyorum. Yetti bunca titreyişim içimde. Dalga dalga gürlüyor bir küçük kız “beni duyan var mı” “beni duyan var mı”

Artık duymuyoruz seni küçüğüm. Bir trajediye daha kaptırıyoruz günümüzü.

Şimdi fırtınadan arta kalan ivedi bir yalnızlıkla topluyorum eteklerimi. Kanatlarımı gömüyorum. Tenime işleyen acı kalbimin orta yerinde kendini ilk bulduğu boşluğa karmaya çalışıyor. Kendine olan nefretini saklayarak her kuytu köşesinde.

Uykumun en güzel yerinde ,bir çatlaktan yine sırıtana kadar;

soğuk gri camın önünde topallayan atları sayıyorum.

Kalbimin iniltisini bağışlıyorum.

Bir Daha Hiç Uyanmayacağım Sana



“Tozlu bir şehir ağrısı gibi düştüğünde gözlerime
Gözkapaklarımda sıkıştırdım en derin yanını
Kelimeler bazen yetersiz kalır
Sözler geçersiz
Bilirsin kalbime gelirken sen
Tek bir sır vardı
Ve sen onu kullandın.”



Paçalarınıza devrilen bir uğultu gibiyim ben çoğu zaman.
Geceleri unutmak için yastıklara gömüldüğünüz
Hatırlamak için en ateşli bedenlerde avunduğunuz
En çok terk ettiğiniz ve hiç geri dönemediğiniz
En sıradan huzurların kadını…


Sıradan kadın halleri işte. Her şeyi tekrar tekrar anımsayıp kendime biçeceğim rollerin sırasını gözden geçirmekteyim. Ne olmalıyım kısımlarım o kadar çok ki bu yeryüzünde. Olamadığım bir şey henüz yok gibi. Buna rağmen seni seven ve sevecek adamlarla dolu bir dünyada yaşıyorsun. Yahu bre adamlar. Benim daha bilmediğim bir şeyi sen nasıl sevebiliyorsun demek istemişimdir hep. Ama hiçbir zaman diyemedim. Çünkü belki de bir hayalin varlığına birilerinin inanması ve senin onu tetikleyen tek mekanizma oluyor oluşun biraz onore ediyordu bünyeni. Hepsi buydu. Tabii sonra kendilerinin var sandıkları bir şeyin ne istediği konusunda sürekli çıkmaza sürüklenmiştir bu tip adamlar. Anlatamazsın ki, arkadaşım senin var sandıkların yok, onları sen yarattın, kendi çıkmazlarınla kendi olması gerekenlerinle süsledin. Şimdi oyunu benim üzerimden bozup, başka karmaşalar yaratmaya gidiyorsun. Ama bil ki bunun sonu yok. Bitmeyecek, anlayamayacaksın.

Bu ben değildim. Hiç olmadım. Sen de sen değilsin.İkimiz de burada daha katlanılır kılmak adına yaşadığımız dengesizliği –muş- -mış numarası yapan iki insanız sadece. Böyle de söylenmiyor elbet. Hemen yeni yetme şizofrenik obsesyonlar geliştirmiş bir ergen gibi düşünüyorlar seni. Kıçlarından fırlayan son pesimist, son feminist, frijit bilmem kim oluyorsun sonunda.

Erkeklerin kadınları anlamama dertlerini az çok canlandırabiliyorum gözümde aslında. Masal kahramanları gibiyiz çünkü. Bu güne kadar kadınlarla ilgili edilmiş lafların kutsallğı altında ezilmeye mahkum bırakılmışız . Kadındır, asildir, ahlaklıdır, namusludur, vefakardır, gerçek bir kadın şöyledir böyledir. Yıllardır bitmedi bu terane. Lan yok işte gerçek merçek, en az senin kadar hayvanım bende. Senin kadar zaaflarla donatılmış hala bu dünyayı algılamakta sorun çeken, sahip olduğum şeylerin yönetiminde sorunlar yaşayan bir canlıyım. Ötesi var mı.
Yok…

Maalesef yaşadığımız dünyanın bütün olmazları bizi derin çöküntüye oradan yaratmak zorunda olduğumuz hayallere , oradan da onlara olan büyük bir ihtiyaca doğru itecek. Hepimiz gözkapaklarımızda kıstaracağımız o bir saniyelik anlar adına birilerine mış diyeceğiz. Muş olacağız.

Bir Kış Öyküsü



“Babannem kadın olmak anlamsız derdi. İnsan olmayı da hiç bekleme. Sen bu dünya ile diğeri arasındaki tek renkli kapısın. Birileri sen istemesen de girecek, istesen de gidecekler. Kalıcı olmayacaksın, an’ların küçük efendisi, ani baş dönmesi, yanılsama, karanlık, birdenbire aydınlık, birileri için uçurumun gülü, başkaları için gökyüzündeki en parlak yıldız olacaksın. Sana ne söylerlerse, nereye koyarlarsa koysunlar sen hiçbiri olamayacaksın. Sıcacık evlerde sonsuza kadar üşüyeceksin. “


Geldiği yerden ölerek çıkıyordu bir kadın
Dişini bileyerek kemiğine
Kaburga kemiklerine saklayarak bir karanfili
İlk kapıldığı an’a titreterek yasladı zamanını
Kırmızı bir halka belirdi önce
Şarap rengi kesikler
Kayıp bir adamı koydu üstüne
Devirdi köprülerini
Bir damla mavi katarak göğsüne
Şişirdi kanatlarını.
Deliveren çatladı kirpiklerinden
Kadının elleri sarardı
Bir adamın bütün boşlukları
Nefesi kesildi mavi balıkların
Bırakırken bulutları
..
gelincik durgunu bir sonbahar
kırık bir ayna
-ya dökülürken
kapandı bütün yaralar..

Sonunda Kış’a düştü bütün çocuklarım
Kitapsız, yorgansız

Şakaklarımı sızlatan bir ayin eşlik ederken onlara
“sen bu değilsin” yazıldı duvarlara

Cılız bir yaprağa bürünürken koca bir orman
Saçlarımı tutuşturdu.

Ve böyle buyurdu bir aşk daha

Acıya çaldırırken toprağını

2/02/2009

Jacaszek – Treny



1 Rytm To Niesmiertelnosc I (5:26)
2 Lament (6:54)
3 Orszula (3:36)
4 Zal (4:58)
5 Powoli (5:54)
6 Taniec (5:05)
7 O Ma Zalosci (5:32)
8 Tren IV (3:34)
9 Walc (3:12)
10 Martwa Cisza (5:14)
11 Rytm To Niesmiertelnosc II (4:46)



Michael Jacaszek’in müzik konusunda çok tutkulu olduğunu 2008 yılında piyasaya çıkan Treny albümünde oldukça hissedebilirsiniz. O sanki müziğin şiirini , hikayesini yazan adamdır. Polonyalı olan Jacazsek 90’ların sonlarından beridir birçok projelerin içinde bulunmuş olmasına rağmen son çıkardığı albümle onu tanımış olmaktan çok mutluluk duyduğumu belirtmek isterim. Experimental post classic, elektronic olarak adlandırılsa da ben onun müziğinin fazlasını barındırdığını düşünüyorum. Özellikle “Lament” adlı parçası “bir fırtınanın içinde kaybolup tekrar tekrar yere düşmek gibi” bir his yaratıyor. Eğer Zbigniew Preisner, Avro Part, Max Richter’e aşinaysanız Jacaszek’i hiç düşünmeden deneyin derim.


Download

1/28/2009

HEDER(A)



Sürekli iliklenen bir ağaç
Tararken ıslığımı
Kemiklerim sallanırken bir rüzgara
Ben yeniden doğarım…
Ilgın sazlıklara


Derimin rengi dövünür üstümde
Dışarıda kapışırken akbabalar..


Adım Heder benim.
Bir kadın sancısındaki tek inci.
Sürülürüm yere.


Tahtadan atlar ve beyaz yalanlar ormanında
Bekler beni “zulmüme gül veren”
Fısıldar göğsüme ;
“Hayat camdan şato.
Unutma ,Hep Kırılacak suyun üstünde.”

İpim kopar ,
Karınca yuvalarını yağmalar dizlerim.
Korkmayın sakın.
Bu sefer
Suyun telaşına siyah yorgan getirdim.

Şimdi Etimi iğneleseler de bir deliğe
İçime uçuşan balıkları geri vermeyeceğim.


Adım Heder benim.
Bir kadın sancısından sürülmüş
tek siyah inci…

Henüz Kimse yenemedi kalbimi.

1/27/2009

Ashes and Snow Soundtrack




01. Devota - Lisa Gerrard and Patrick Cassidy
02. Pasadena - Michael Brook
03. Slow River - Michael Brook
04. Mater Mea - Djivan Gasparyan
05. Vespers - Lisa Gerrard and Patrick Cassidy
06. Womb - Lisa Gerrard and Patrick Cassidy
07. Slow Dawn - David Darling
08. Elephant Pond - Michael Brook and Nusrat Fateh Ali Khan
09. The Absence Of Time - Eastwestern String Ensemble
10. Wisdom - Lisa Gerrard and Patrick Cassidy
11. Tears Of Light - Temple of Sound & Rizwan-Muazzam Qawwali
12. Badnamgar - Robert Een
13. Salomon Rossi Suite - Aether Strings


Muhteşem bir belgesel muhteşem bir albüm.

Download

1/21/2009

Arınma



İçimizin bütün eğrileri kavuşmadan geçmişine
Elenerek çoğalan iklimlere bırakıyorlar yüzlerini
Zifire doluyor kalbim.
Yad-sınan ve yansıyan mavi ışık .
Bütün gebelerin çıplak el verdiği hüznümü yıkıyorlar o bahçede
Usul usul oynaşıyor yaşlı kadınlar urları döverken
Korkuyorum…

Dünya kadar kan, kan kadar et,
Savaş, vahşet, katliam, tecavüz
parçalanmış kuklaların gizli sahnesinde
birkaç dilimlenmiş sözcükle sunuyorlar henüz olamamış olanı

Kim olduğumuzu başkalarından duymaya alıştırılan, barkodları gözlerinden fırlayan bir tür oluyoruz
Buz torbalarına sıkıştırdığımız acılarımızla
Bandosunu kaybetmiş ıssız bir kasaba halleri
Bacaklarımızdan saçlarımıza tırmanan çocuk seslerini duymazdan gelerek
Gemilerle utanç satıyoruz limanlara
Biz,
Hala sevişmeyi düşleyen bir kızın çarşafındaki son leke
Dudaklarımızda kıvrılan mucize
Umutla öldürdüğümüz ruh

Olympos
Pandora
Ve artık Prometheus

PaN



Bir kitabın başında ve sonunda yürüyene;

Ağır ağır kapat kapılarını uyur gibi yap Ben gidiyor gibiyim..

Uzunca bir zamandır yüzümde koku biriktiriyorum.
Çatlayan her dilimime karanfil kokuları, biraz ökse otu damarlarıma. Çetin bir kış sonrası iyice sertleşmiş tenimde böğürtlen katmanları. Küflü acılar yetiştirdiğim kıyılardan kulaklarıma uzanan oyuklar….


“Saçlarıma çalınan kara Tuttu gölgemi… Durdu hayat.”

Yeşil balonlara fısıldadım sırrımı,nefesim dağlardan süzülürken Sana yaslandı dilimin ucu
Bak burası öte yan
Sahipsiz, kölesiz, soysuz,
Burada kan aşağılardan
Söz aşağılardan akar
Suçunu yüklenmeye hazır
Bir akrep sürüsü bekler kapında
Sazlıklarda aklını yitiren Pan Oradan oraya koşuşur
Ritmi bozuk kuşlar çarpar bacaklarına
Her şeyden daha önemli ve anlık olan ihanetin,
Paslı küvetlerde gümüşlenir tekrar
Terine katılmış ur tahammül olur dudağında
beni öldürdüğünü unutursun
Ben hatırlarım…

sen hiç gelmedin bu yana….
Hiç karşılaşmadık biz henüz.
Hiç soyunmadık yan yana…

Manolya Kırığı



“Bir bütünlük diledim Tanrı’ dan
Yeryüzüyle gökyüzü arasında kuşkusuz bir çizgi
Sabırla ve inançla bekledim
Telaşsız yürüyebilmeyi..”


Suda çalkaladığım her yalnızlık,
tenimde patlamaya hazır çok tesirli bir bomba olurken
Eski bir gürültüyü unutmak için yaslanıyordum beni götürmeyecek bütün gemilere
İki insan öncesi ve iki insan sonrası kadar saçmaydı bu hayat
Varoluşumu rastladığım her yüze bildirip hatırlanmayı beklerken
Frenlerim tutmadı kendime çarpıldım.
Yıpratılmış bir yüz takındım çiçekli çarşaflar içinde, tesirsiz acılarla ovdum bileklerimi.
Giyindiğim bu çirkinlik taştı , kayıp bir yılanla anlaştı.
Akli dengesi bozuk kağıtlar basıldı damarlarıma.

Gerçeğinin peşindeki hayaldim ben.
Bana rastlasanız içimden hızla koşardınız.

Oysa Tanrı’ya fısıldadım ben
Bu girdabı al benden, bu bozuk süt kokusunu…
Topla ipeklerimi..

Ama Sus Pus –tu zaman.
Kımıldamadı içimdeki dolunay.
Manolya delirmedi.


Nilgün'e...

1/20/2009

Kahve Bahaneleri





Yine ben... Aynı yüzsüzlüğümle buradayım. Bahçelerden, konuk sazlıklardan geçerek çakırdikenlerine basarak , topal kelebekler lahtini kucaklayarak, ve söz vererek akşam sefalarına, şakayıklara ..bir daha kimsenin beni incitemeyeceği umudunu yolun sonundaki dumanlı bir mağarada bırakarak …İşte ben..Burada…Kırarken serçe parmaklarımı sofranıza…


Bir kusursuz gün…her şey kendi ekseninde olağan devinimini tamamlarken, ben onun içindeki ışık lekelerini fark ettiğimde anladım. Gerisi ve ilerisi yok oldu.Ne yaptıklarımın önemi vardı artık ne de yapabileceklerimin. Onun içinde dönmek zorunda olan “ben” i kendi kusursuzluğuna teslim ettim. Ölümsüz oldu.

Yaşama olan isteğimi sorgularken bulurum kendimi çoğu zaman ,çünkü bilirsiniz nefret edilecek, küçümsenecek, hakkında sürekli kötü konuştuğumuz bunca materyale sahipken ve sürekli bunları dile getirip yaşadığımız zamanın ucuzluğundan ve çıkmazlarından bahsederken, ertesi gün yine sahneye çıkma arzusunu yeniden duyarız hepsine rağmen. Kötü olmak alışkanlıktır çünkü. Derimizin ve dilimizin üzerinde inceden kapaktır. Çıkıp kendimizi ve herkesi aşağılık ilan edip tekrar,tekrar daha dibine batmayı severiz. Aslında dibine falanda indiğimiz yoktur. Bir tip ritüeldir bu. Yüzeyinde ayağının takıldığı yerden, gözünün iliştiği yerden kurtulma çabasıdır. Karşılaşabileceğin herkesi “kendin” ilan ettiğinde daha katlanılır gelebilir. 2. aşamada herkesi aynı olmakla suçlarız. Oysa zaten en başından her şeyi aynı yapan bizizdir. 2. aşamada kendimizi soyutlama arzusunu yaratan farklı olma isteğini görmezden gelip sırf bunu yapmak zorunda hissettiğimizden dolayı, olanı yerine getiren olması gerekeni tamamlayanmış gibi davranmaya başlarız. Ama durum herkesi kendimiz gibi ilan ederek olduğumuz şeyden kurtulma çabasıdır. Kendimizi bir başımıza iyileştirme çabası ahmakçadır belki de bilemiyorum bunu. Bunun yarattığı tek şey birden fazla “yüz” dür. Birincil yüzüm bu hayatın en ince noktasına dahi tutku beslerken diğer yüzüm onu red etmekle uğraşacaktır. Sonunda sadece kendi içimdeki yüzlerle zaman geçirmek zorunda olan bir yaratığa dönüşeceğim. Bunları yazdığıma göre çoktan dönüşmüş olmalıyım. Kafka’nın yazdığı kadar kolay olabilseydi keşke. Bir böcek ya da bir fare ya da başka bir şey. Ama ben olmayan bir başkası.

Dünyayı kavramaktaki yetersizliğim beni içimin içine kör etmekle kalmayıp dışarısını algılayabileceğim nesnel görüşlerime de darbeler vurup beni yeryüzünde mutsuz, sefil, labirentte kendi çıkışını arayan , bunu da sadece kendi yüzleriyle savaştığında başarabilecek gibi hissetmeme neden olmuştur. Kendi zayıflığımdan yeni bir “ben” kurtarana kadar da devam edecek.

1/19/2009

Mavi Şato




Derinlemesine iki çizgi çekiyorum sol kolumla bileğim arasına, hayal ediyorum.
Taş zemine damlayan koyu kırmızı o an ,o çok beklediğim an anlamsızlaşıp diğer saplantılı anlarım arasında küçük yerini alıyor.

Koca bir burukluktan bir “ben” çıkarma istediğine çoğu zaman karşı koyamaz kimse. Asıl bu zamanda gerçekten yaratacağımız yeni bir yüz olduğunu düşünürüz hep. Öyleyse insan acıdığında daha berrak bulur kendisini, kaybedecek bir şey yok, özümsenecek ,sevilecek bir şey yok, her şey daha kolaydır. Sonsuz bir ızdırap beklentisiyle çoşturduğumuz ruhlarımız için içinden karanlığın geçtiği yazılar, insanlar, düşünürler bulup olduğumuz şeyi kabul edilebilir kılmak için çabalamak gibi bir ironiyide beraberinde yaşarız. Bazen sarsıcı eski yöntemlerin doğruluğunu daha bir kabul etmiş buluyorum kendimi. İnsanın kendi postundan kurtulmayı dilemesi, karşılaştığı ilk çatlakta ruhunun varlığını fark etmesinden büyük bir huzursuzluk duyuyorum çünkü. Kendimi içine yerleştirdiğim bütün boşluk tanımlarının asla olumlanamayacağını bilmek bu huzurluğumu ötesinde bir kırgınlığa dönüştürerek haz alma olasılıklarımı düşürüyor. Karmaşıklık artık bildiğim dünyanın olmazsa olmazı, yaşam kaynağı oluveriyor aniden. O zamanda gözümün ucuyla yakalayabileceğim bir basitlikten kendimi mahrum edip, dümdüz bir ovada akarsuyun peşine düşmüş bir budala oluyorum.

Dünya üzerine rastgele dağılmış hayvan kümelerinin bir araya gelip böylesine bir yok oluşa sürüklenmesinin cevabı birilerinin bunu istemiş olması,bundan sağaltıcakları güç durumları benim bu hissiyatım karşısında hiç bir şey oluyor, ya da çok küçük bir kısmı. Asıl sorun insanın kendini parçalarcasına kurcalamak zorunda oluşunu yaratan hadise. Bir anlık ağzımızın suyunun akması onu silip yeniden sulanmasını beklemek gibi tuhaf bir durum. Bu bekleyişin adı hepimizde değişiyor adına aşk diyoruz, bazısı şiddet , güç, sevgi, hiçlik,heyecan, vb :

Kendimi tetikleyici mekanizmamı arayan, hatta çoğu zaman yaratır halde bulan , sürekli uyumak için uykusuz kalan birine benzetiyorum. Mahrum bıraktığım her köşe bir süreliğine o mahrumiyeti basınçla gidermemi emrediyor , ta ki bir diğerine ihtiyaç duyana kadar. Kendimi içimdekine sürekli itaat eden bir sülük gibi hissediyorum.

"Varoluşun kendi evimizin hiçliği kendi sürgünlüğümüz olması mümkün mü?"

Akrep Yağmurları



“ölüm çarpılırken boynumun kıvrımlarına
aydım.
Dedim git.
Sen hayatsın.”


Arta kalanlarınızı inançla onarmam beklenirken
Kalbimin orta yerine yığıldım
Tutun ve düşürün beni
Sancılarımın tıpası kalmadı çünkü.
Ucundan boğum boğum kadın çarşaflarıyla toplanıp göçe geliyor koca bir akrep kavmi.
Söyle onlara ,
Bilsinler,

Trenler uçardı burada. Flaubert kumuna sartre duvarları koydum ben, Tutsun diye boşluklarımı.
Çeliğe su verdim.Vişne bahçelerinde uyudum geceleri.
Gümüş patenlerimle palm sokaklarında dolaştım.
Oliver twist belki bulur diye ekmek ufaladım yollara.
Veronica ölmek isterken Sermerkant’ı anlattım ona.

Söyle onlara bilsinler,

Çok yoruldum ..çok yoruldum..

Asma bahçelerinizin hüzün kovanına daldırırken başımı
Kapılara dönüktünüz
Görmediniz gölgeme vuruluşumu


Söyle onlara bilsinler,

Cümlesine sürtünerek
Kirpiklerinden doğacak bir zaman
Katli olacak kalbimin.

Gürültüyle çekilecek sis tenimden

40 Bulutsuz Gece ve Yağmurlu Bir Gün




“Bu gelen Bulantı demek ki; bu göz kamaştıran açıklık Bulantı demek? Üstüne kafa yordum! Hakkında yazı yazdım! Şimdi biliyorum artık: Varım ben, dünya var.Dünyanın var olduğunu da biliyorum. İşte hepsi bu. Ama benim için hepsi bir. Hepsinin bir olması garip;korkutuyor bu beni. Su yüzünde taş kaydırmak istediğim o kötü günle başladı. Taşı elime almış atmaya hazırlanıyordum,taşa şöyle bir baktım,bakmamla da başlayıverdi:Taşın var olduğunu duydum. Sonra başka Bulantılar izledi onu.

Bir başka evrende halkalar,ezgiler,yalın katı çizgilerden şaşmazlar. Oysa varoluş bir bükülme, bir eğilme, bir yumuşamadır. “sartre


Korkunun merkezine filizlenmiş hislerin berraklığını sorgulamak yersiz olurdu sanırım.

Bizi bekleyene duyulan o keskin “iyi” inancı çatlatacak herhangi birine karşı acımasız olduğumuzu kabullenerek başlamalıyız. Kimse olduğu şeyin tanımını duymak istemez zira.


Dişlerimi geçirdim göğsüne. Afalladı önce ama bunun baştan çıkarıcı bir oyun olduğunu sanmaya başlayınca yüzündeki endişe yok oluverdi. Öyle sanmasına izin vermek hoşuma gidiyordu. Göğsünden inip kasıklarına doğru ısırdım onu. Yaptıklarıma doğru konumlanmaya bundan zevk almaya hazırladı kendini. Yüzüne doğru yöneldim


Seni seviyorum…

Eliyle başımı aşağılara doğru sürükledi. İspat et!


Evet beklediğim tam buydu dedim içimden. Kimse yastığında kafanı istemiyordu. Ayaklarımı gererek, komodinde duran buzu kaybolmuş vodkaya uzandım, kısa bir vuruş ..işte içimdesin.

Nefesinin bütün hacmi dağılıp dağılıp birikiyordu o an’a. O an.. benim gittiğim andı.

Ölçüsü var mıydı acımanın bilmem. Işıkları kapattığında gözümün önünde beliren figürlere diş geçiyordum. Son gücümle sıkarken yumruklarımı, işte buradasın , olmadığının adımında, kestane ağaçları yerken hislerimi.


Ve Geri geliyordu bütün kareler. Hatırladım, Babamın içine tükürdüğü bir kadını yaşatmak için Ağlamak için; kaldırımda dizlerimi parçaladığım o günü.. çiğnenmiş bir kötülükle bütün bebeklerimi doldurduğumu.


Ne kadar sürmüştü bu uğultu , zaman gerçeklik algını yitirdiğinde bükülüyordu içine doğru. Sağ ayağımın altında yaşayan küçük balıklar olduğuna inanmak üzereydim ki güneş önce odaya dolup sonra bana çarpınca onlarda kayboldu. Sabahları gözlerini kaldırmak en zorudur bana göre. Olağan nesnelerle kandırdım onları..işte sigaram, çakmağım az sonra içeceğim kahve. Nefesim. Yaşıyorum .



Bir şeyin kımıldamasını istiyordum.

Sırtımın kaşınmasını.